Bu içimde düşünen “bir ben vardır bende, benden içerü” yü bulmaya çalışıyor. Yunus bulmuş. Sonra o da buluyor:
“Düşünüyorum, o halde varım!” diyor.
Düşünüyorum, o halde varım. Varım, o halde beni bir var eden var. Beni bir var eden varsa ve bu kâinattaki düzeni kurmuşsa şu Güneş’i, Ay’ı yaratan, şu ağaçları, şu çiçekleri açtıran, şu hayatı şu cansız cemâdât, tabiat içinden var etmişse, bu hayat bir istikamete doğru gidiyorsa, bunları yönlendiren var, besbelli...
Yazının diğer dillerdeki çevirileri
İnançlarımız bize bildiriyor ve felsefî bakımdan da, filozofların fikrî çalışmaları bizi şu noktaya götürüyor ki bizim varlığımızın bir sebebi var, bir amacı var. Kâinatın bir düzeni var. Biz insanlar, çevremizdeki canlılar, cansızlar, evren, kâinat düzenli... Bu düzenin bir sahibi olması lazım.
Bunu filozoflar da, teist veya ateist düşünen insanlar da itiraf ediyor. Akıl bu noktaya götürüyor. Descartes’ın meşhur bir sözü var. Her şeyden şüphe ederek, her şeyi yıkarak yeniden inşa etmek için çalışmaya başlamış:
“Her şeyden şüphe edebilirim, Hıristiyanlıktan şüphe edebilirim.” demiş.
Hz. İsa’dan önce insanlar kime inanacaklardı? Haç yokken neye tapınacaklardı? Kendi inançlarıyla Hz. İsa’dan öncesini izah edemezler.
Demek ki sınırlı ve yetersiz.
Her şeyden şüphe etmişler. Tabi bilim de şüphe ile başlıyor.
“Şüphe, bir hakikate doğru koşmaktır.” diyor bir şair de... Elbette şüphe edeceksiniz ki araştıracaksınız ve gerçeği bulacaksınız. Her şeyden şüphe ediyorsunuz:
“Acaba duygularımın algıladığı şeyler gerçek mi? Etrafa bakıyorum, bir şeyler görüyorum. Bunlar benim izlenimlerim mi, benim dışımda bir gerçek mi? Ben gördüğüm zaman doğruyu mu görüyorum, yoksa gözümün bana gösterdiği kadar sınırlı birtakım bilgileri mi algılıyorum? Kulağımla duyduğum zaman her şeyi mi duyuyorum, yoksa kulağımın kapasitesi, sığası kadar şeyleri mi duyuyorum?”
“Duyu organlarımızın bize bildirdiği izlenimler, beynimizin algıladığı algılar gerçeklerin ta kendisi midir, yoksa çarpıtılmış birtakım izlenimler midir? Hangi şey doğrudur, hangi şey yanlıştır?”
İnsan böylece şüphe okyanusunda boğulacak hâle geliyor. Her şeyden şüphe ediyorsunuz. “Septisizm” dedikleri septik bir düşünce...
Tabi insanlar şüphe ede ede, birtakım deneylerle bazı şeylerin doğruluğunu tespit etmişler. Bazıları da itiraf etmiş, demiş ki;
“Her şey izâfîdir.”
Her şey bir şeye göredir: Şu şuna göre büyüktür, bu buna göre ağırdır, şu şöyledir, bu böyledir; birbiriyle mukayeselidir. Eğer bu mukayese olmasaydı, zaman da olmayacaktı, mekân da olmayacaktı. “Falanca olgudan sonra falanca olgudan önce” diye; zaman da bir izâfîliktir, mekân da öyle...
O zaman çok büyük teoriler, nazariyeler ortaya atılmış.
Ama Descartes diyor ki;
“Düşünüyorum, içimde bu şüpheleri yaşıyorum: Acaba ben var mıyım? Ben neyim? Benim içimde düşünen kim? Parmağım mı düşünüyor, kulağım mı düşünüyor, çenem mi düşünüyor, bacağım mı düşünüyor?”
Bu içimde düşünen “bir ben vardır bende, benden içerü” yü bulmaya çalışıyor. Yunus bulmuş. Sonra o da buluyor:
“Düşünüyorum, o halde varım!” diyor.
“Bir şeyi yakaladım, tamam. Madem düşünüyorum, içimde düşünen bir şey var...” diyor, buradan başlıyor.
“Benim bu varlığım kendimden mi? Kendi kendimi ben mi var ettim?”
“Yok, benim haberim yok, ben yapmadım.”
Kim yaptı? İnsan onu aramaya başlıyor. Varım; o halde beni var eden var! Düzen var, kanunlar var, tabiat kanunları var...
Ben tabiattan ve tabiat kanunlarından hiç korkmuyorum, çok hoşuma gidiyor. Onlar Allah’ın varlığına delâlet ediyor.
“Madem kanun var, düzen var; o halde bir düzenleyici var.” diyoruz. Akıl söylüyor, zaruri olarak söylüyor.
Benim talebelerimden bir profesör var “Ateizmin Açmazları, Çıkmazları” diye, doçentlik tezi yapmıştı.
Allah’ı inkâr etmek mümkün değil. Allah inancı soruları cevaplandırıyor, soruları çözüyor. Romanın karmakarışık olan konusunu açıklıyor. Esrarengizliği kaldırıyor, her şeyi çözümlüyor.
“Allah var.” diyorsun, her şey düzene giriyor. “Allah yok.” dediğin zaman, her şey karmakarışık oluyor, insan çıkmaza giriyor. Çıkmazlığını da izah ediyor arkadaş, inançsızlığın olmazlığını da ispat ediyor.
Hem de ateist jürinin önünde ispat etmiş. Adamlar bakmışlar ki karşılarındaki kendi istediklerinden daha bilgili biri var; itiraz bile edememişler. Halbuki imtihana giren bir doçent, jüri üyesi profesörlerden biraz daha aşağıdadır. Ama onlar bakmışlar ki kendilerinin bilmedikleri pek çok şey var. Onlar ateizme girmişler ama bunlar gibi girmişler; tek taraflı bilgiye sahip oldukları için girmişler. Benim talebe de işe imamlıktan başladı, ilâhiyattan başladı, bu tarafı da bildiği için onun karşısında itiraf etmişler. Hocalar onun karşısında talebeleşmişler.
Sonra ben o yazıyı çok beğendim de bizim İlim ve Sanat dergisinde neşrettirdim:
“Gittikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu, bilimsel bakımdan yanlış yolda olduklarını, bilimsel bakımdan taassupta olduklarını, kör olduklarını, tutarsız olduklarını bilsinler; bir doçentin ağzından duysunlar, bir tez olarak karşılarına gelmiş, görsünler.” diye neşrettirdim. [1]
Yazının aslı, bizim İlâhiyat Fakültesi dergisindedir.
Düşünüyorum, o halde varım. Varım, o halde beni bir var eden var. Beni bir var eden varsa ve bu kâinattaki düzeni kurmuşsa şu Güneş’i, Ay’ı yaratan, şu ağaçları, şu çiçekleri açtıran, şu hayatı şu cansız cemâdât, tabiat içinden var etmişse, bu hayat bir istikamete doğru gidiyorsa, bunları yönlendiren var, besbelli...
Akil Muhtar Özden diye bir ordinaryüs tıp profesörü vardı. Bazı kitaplarından belki doktor arkadaşlar tanırlar. İsviçre’de okumuş, bir yerlerden nişanlar, madalyalar almış bir adam.
İlim Bakımından Ahlâk diye bir kitap yazmıştı. Belki onu da okumuşsunuzdur. Çünkü Bedii Şehsuvaroğlu’nun, bir ara Süheyl Ünver’in başında bulunduğu İstanbul Tıp Fakültesi içinde Tıp Tarihi Enstitüsü vardı, orada yayınlanmıştı. O kitabı oradan almıştım.
Ordinaryüs profesör, Avrupa’da yaşamış bir kimse. Kitabında böceklerden, hayvanlardan misaller vererek, bizim “ahlâk” dediğimiz davranışların, bir evrim sonucu bize geldiğini ve kâinatın bir evrim ile bir noktaya doğru gelişerek gittiğini, bir şuurlu kuvvet tarafından kâinatın geliştirilerek inkişaf ettirildiğini ispat ediyor. Kitabın ana konusu bu.
Nizamı düzenleyen, düzeni sağlayan bir kuvvetin varlığını ifade ediyor; o halde “mü’min” demektir.
Şimdi biz bunu biliyoruz. Ama insan bilimsel olarak bunu bildiği zaman; “Tamam, ben varım, beni var eden var. Kâinat var, kâinatı var eden var. Kâinatta bir düzen var, bu düzeni kuran var, bu işleri olduran var...” diyor ama bu insanı doyurucu bir sonuç olmuyor. Bu sefer doyumsuzluk daha da artıyor, iştiyak ve merak daha da çoğalıyor:
“Peki, bu nerede, ben bununla nasıl irtibat kurabilirim? Bu bilginin açıklaması, genişliği nedir, teferruatı nedir? O beni yarattı ise benim onunla ilişkilerim nedir? Benim ona karşı ne yapmam lazım, o bana karşı ne yapıyor? Hayat nedir? Nereden geldik, nereye gideceğiz?” gibi bir sürü soru akla geliyor.
Onun için Arap şairlerinden birisi demiş ki;
“Çeşitli sorunlar karşısında düşünüp de bir Tanrının varlığı sonucuna geldin mi tamam, o zaman en büyük soruya gelmişsin!”
Allah’ın varlığını bilmek, bir taraftan soruları çözüyor bir taraftan da birçok soruların kaynağı oluyor.
İşte bunları insan kendi aklıyla anlayamıyor. Onun için Allahu Teâlâ hazretleri kendisini tanıtacak ve bu konulardaki doyumsuzluğu tatmin edecek elçiler gönderiyor, uyarıcılar gönderiyor.
Kur’ân-ı Kerîm'de Rahman sûresini hepiniz bilirsiniz.
فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
Fe-bieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân. [2] âyetini tekrar tekrar dinlediğimiz sûre.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
خَلَقَ الْاِنْسَانَۙ . عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
Haleka’l-insân. “Allah insanı yarattı.” Allemehü’l-beyân. [3] “Ona konuşmayı öğretti.”
Buradan anlıyoruz ki bizim “konuşma” dediğimiz sistem, düzen, çok gelişmiş bir sistem. Biz konuşuyoruz, ben kafamdaki fikirleri size iletiyorum. Konuşmayla, konuşma sistemiyle iletiyorum; siz de anlıyorsunuz.
O halde bu, bilgileri iletmek için çok karmaşık bir sistem... Bu nasıl oluşmuş, nasıl gelişmiş; esrarengiz bir şey...
Allahu Teâlâ hazretleri insanı yarattı; ona fikirlerini beyan edecek teşkilatları, düzenleri, aletleri, araçları, sistemleri öğretti.
Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, Hira Mağarası’nda inzivaya çekilip de derin derin düşündüğü, ibadet ettiği zamanlarda ilk gelen âyetlerde ne buyuruluyor?
اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ . اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ . عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
İkra’ ve rabbüke’l-ekrem. Ellezî alleme bi’l-kalem. Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem. [4] “Kalem ile insana bilgileri öğreten, insanoğluna bilmediği her şeyi öğreten Allah’ın adıyla oku!”
Demek ki kalemi, yazıyı, beyanı, anlaşmayı, bilgileri, insanoğlunun bilmediği şeyleri insana öğreten yine Allah. Biz bütün bilgileri O’ndan, O’nun lütfundan kazanıyoruz. Derece derece, tarih boyunca, insanlığın tarihi boyunca öyle kazanmışız; o anlaşılıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri, insanı yarattıktan sonra terk etmemiş. “Yarattım, ne halleri varsa görsünler!” diye sokağa atılmış bir çocuk gibi değiliz. Her an lütfu devam ediyor.
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ
Külle yevmin hüve fî şe’n. [5]
Her an lütfu devam ediyor, devam etmekte... O’nun verdiği akılla düşünüyoruz, O’nun verdiği akılla mastır yapıyoruz, O’nun verdiği akılla doktora yapıyoruz. Her an O’nun verdiği nimetle yaşıyoruz.
Vücudumuzun hayatı da O’nun verdiği karmaşık nimetlerin bir bileşkesi, sonucu. Bu karmaşık yapıda bazı şeyler çalışmadığı zaman hastalanıyoruz. Çalışmazlık arttığı zaman yaşamımızı yitiriyoruz. Hayat, nefes almamız, birçok nimetin sonucu...
Bahâeddin Nakşibend hazretlerine; “Kerâmet göster.” demişler. Üç adım ileri atmış; “İşte size kerâmet!” demiş.
Üç adım ileri atmak büyük bir keramettir, Allah'ın ikramıdır, kolay bir şey değildir, yapamazsınız.
Adamlar bir robot yapıyorlar, biraz yürüyor... Hemen filmler, fotoğraflar; “Maşaallah, maşaallah, şöyle bir cihaz ortaya koymuşlar, şöyle gidiyor.” diye hayret ediyoruz. İnsanın bu dengesi de mühim bir şey.
Biz gemide gelirken, televizyon bir ara kayakçıların kayışlarını, dağlardan inişlerini, havada takla atışlarını, uçuşlarını filan gösterdi. Arkadaşlarımızla konuştuk. Buradaki çocuklar, tekerlekli patenlerle küçükten bu dengeye alışıyorlar. Bizimkiler uçurtma uçurur, sapan atar, ip atlar, sek sek oynar. Ama bunlar öyle değil.
Bu denge de mühim bir şey, muazzam bir şey. İşte biz bu muazzam şeylerle her an takviye olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Başka varlıklara karşı üstünlüklere sahibiz.
Bir kitapta okumuştum. Bengal kaplanının boyu üç metredir, Allah karşılaştırmasın. Bengal kaplanı uzaktan yavrusuna insanoğlunu göstermiş:
“Bak şunu görüyor musun? Bu, dünyanın en korkunç mahlûkudur, aman bundan kendini sakın!” demiş.
Biz dünyanın en tehlikeli mahlûkuyuz. Filler bizden yaka silkiyor, kaplanlar bizden korkuyor; “Aman, bunun ağına düşme!” diye çocuklarını ikaz ediyorlar. Denizdeki, havadaki bütün mahlûklar, hepsi bizim emrimizde; biz onlardan üstünüz.
Bu üstünlükleri biz kendimiz de kazanmadık. Bizim dışımızdaki bir yönlendirici kuvvet, bunları bize verdi ve biz o sayede bu noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de bildiriyor. Ama evrensel gerçekleri bildiriyor. Biz boşuna yaratılmamışız, çok büyük meziyetlerle donatılmışız, çok büyük imkanlara sahip kılınmışız. Bunu anlıyoruz, görüyoruz; olaylar da gösteriyor. Ve bu Yaradanımız’a karşı bizim sorumluluklarımız var, görevlerimiz var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hayat hikâyesini -ağır meslekî çalışmalarınızın arasında- hanımlarınız ve çocuklarınızla beraber lütfen okuyun! “Peygamber Efendimiz nasıl peygamber gönderilmiş?” Güzel bir kitaptan okuyun!
Güzel bir kitap hangisi?
Rahmetli Ziyâül-Hak’tan ödül almış olan Asım Köksal’ın İslâm Tarihi güzel bir kitaptır.
Neden güzel?
Bütün kaynakları tarayarak bilgileri çıkarmış, düzenlemiş; isimlerin okunuşu güzel. Çünkü ben başka kitapları okuyorum; isimleri bile doğru tespit edememiş olabiliyorlar. “Biraz Arapça biliyorum.” diye bu işe girişenler, bu işi çok iyi başaramıyor. İyice uzmanı olmak lazım
Asım Köksal’ın İslâm Tarihi’ni okuyun! En son baskısını alın, başından başlayın, okuyun. “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in tanınmasına yardımcı olsun.” diye bunu söylüyorum.
Yirminci yüzyılda çağdaş bilgileri almış bir insanın; “Bir peygamber peygamberliğe nasıl başlamış? Allah’ın elçisi, Allah’ın gönderdiği bir vazifeli şahıs, nasıl bir mücadele yapmış ve biz nasıl bu noktaya gelmişiz?” bunu anlaması için mutlaka Peygamber Efendimiz’i okumak lazım. Peygamber Efendimiz’in mücadelesinin bizim kanımıza aşılanması lazım!
Ben Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yirmi yedi sene hocalık yaptım. İlahiyat fakültesine gitmeden önce ilkokuldan itibaren tekkede yetiştim. Dinî bir muhitte yetiştim, ama sağlam dinî bir muhitte yetiştim. Allah’tan korkan, ibadetlerini yapmaya çalışan, Allah yolunda yürümeye gayret eden, haramlardan sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek hocaefendilerin sözlerinden etkilendim, vaazlarını dinledim, nasihatlerini dinledim; hadîs-i şerîfleri, âyet-i kerîmeleri dinledim.
Ondan sonra hayata atıldım. İlahiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm’ı daha iyi bilmesi gereken insanların arasında yirmi yedi senemi geçirdim.
Bunlar Kur’an’ı biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var. Bilgi, insanı iyi insan yapmaya yetmiyor. Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen insan mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan olmak başka; ikisi ayrı şey. İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla mümkün oluyor, kolay değil. Bilmek yetmiyor.
Bizim kanımıza, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hayatından, davranışlarından, düşüncelerinden aşk aşılanması lazım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hayatını öğrenmemiz lazım. Ama bunu bir müsteşrikin, oryantalistin, sallallahu aleyhi ve sellem filan olmadan “Muhammed... Muhammed... “diye yazdığı kitaptan anlamak mümkün değil. Çünkü kendisi anlamayan, başkasına bir şeyi anlatamaz. Bilen bir insanın, anlayabilen bir kimsenin yazdığı kitaptan okumak lazım.
Onun için Asım Köksal'ın kitabını tavsiye ediyorum; bilimsel bir kitap olduğu için, derin bir kitap olduğu için, bütün kaynakları gücünün yettiğince taradığından dolayı... Bize oradan bir şeyler aşılanması lazım. Çünkü Peygamber Efendimiz’le arkadaş olduğu için birtakım insanlar ashab olmuşlar, sahabe olmuşlar; onlarda da o aşk var.
Peygamber Efendimiz’in azılı düşmanları var; çok yakınlarından... Ebû Leheb’in Peygamberimiz’in amcası olduğunu biliyor musunuz? Ebû Leheb’in Abdullah’ın kardeşi, Abdülmuttalib’in oğlu olduğunu biliyor musunuz?
Sonra bir zaman gelip de azılı düşmanlarından bazılarının, Allah’ın nasip ettiği kimselerin Müslüman oluşları var. Müslüman olduktan sonra davranışları var. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. İnsanın hayatında bir değişim meydana geliyor, bir büyük inkılap oluyor. Büyük bir çevrilme ve değişme oluyor. İşte onu yakalamak lazım. Onu yakalamadan, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatını uzaktan video seyreder gibi, roman okur gibi okumaktan bir şey olmuyor. O aşının gelmesi lazım.
O aşı İslâm düşmanına aşılandığı zaman, İslâm dostu oluyor. Resûlullah Efendimiz için canını verecek hâle geliyor. İşte hakiki iman orada saklı...
Kur’ân-ı Kerîm'i ezberlemek de yetmiyor muhterem kardeşlerim! İkaz ediyorum, bakın:
İmam hatip okulunu bitirmek yetmiyor, ilahiyat fakültesini bitirmek yetmiyor. İlahiyat fakültesi profesörlerinden çok daha dindar, çok daha şevkli, aşklı Teknik Üniversite profesörleri bilirim. İlahiyat profesörü olmak, ilahiyatçı olmak, imam-hatipli olmak yetmiyor; başka bir şeyler lazım.
Hafız olmak yetmiyor; aşk olması lazım, iman olması lazım, iman kuvveti olması lazım. Allah’tan yana yakıla onu istemek lazım. Onun anahtarı Peygamberimiz’in hayatında, sahabe-i kiramın hayatında.
Bakın biz dergilerimizin yanında Sahabe Hayatından Tablolar diye kitap neşrettik, okuyun! Hanım Sahabiler bölümünü hanımlar okusunlar. Ötekisini beyler okusunlar. Mü’min bir insanın hayat tarzından çağrışımlarla, etkileşimlerle o hâle gelmek için...
“Rezonans” diyorlar ya, bir yerde titreşim olunca öbür tarafa geçebiliyor; öyle bir şey olabilmesi için sahabe-i kirâmın hayatını öğrenmek lazım.
İşte gerçek imana ermiş olan insanların, İslâm’ı iyi tanıyan insanların, İslâm’ı tanıdığı zaman hayatları değişiyor, hayatlarındaki amaçları değişiyor, çalışmaları değişiyor, çalışmalarının hızı, kuvveti değişiyor. Bizim de öyle olmamız lazım.
Öyle olduğunu farz ederek şunları söylemek istiyorum:
Nasıl Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i son derece ağır baskılar altında tuttukları zaman, hayatına kastettikleri, öldürmeye kadar vardırdıkları bir toplumda çok ağır baskılar yaptıkları zaman, “Sen bu davadan vazgeç!” diye amcası teklif edince;
“Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz, ben bu davamdan vazgeçmem! Hükümdarlık verseniz, hazineler verseniz, başkan yapsanız, her türlü arzumu yerine getirseniz, bu davamdan vazgeçmem! Amca, eğer sen beni bundan sonra himayenden çıkarmak maksadıyla bu sözleri söylüyorsan; hani, ‘Evladım, yeğenim, senin yüzünden Kureyş’le başım derde girdi. Seni koruyacağım derken onlarla kötü oluyorum. Artık bu davadan vazgeç! Vazgeçmezsen seni koruyamam!’ diyorsan, ben bu davadan vazgeçmem; Allah bana yeter!” dedi, ağladı Peygamber Efendimiz.
Ebû Tâlib’in yanından kalkıp gitti. Onun üzerine arkasından Ebû Tâlib seslendi:
“Yeğenim, sen nasıl istersen öyle yap; ben seni hayatım boyunca himaye edeceğim!” dedi.
Kuvvetli, nüfuzlu bir insandı. O varken Peygamber Efendimiz’e dokunamadılar. Peygamber Efendimiz’i himaye etti.
“Bir elime Ay, bir elime Güneş verilse, hükümdar yapılsam, hazineler elime verilse, başkan seçilsem, en güzel, en soylu aileler kızlarını bana verseler bile bu davamdan vazgeçmem!” dedi.
Sıkıntı, meşakkat, ölüm korkusu, açlık, çeşit çeşit ızdıraplar çekti, davasından vazgeçmedi. Bu böyle bir dava...
Bu davayı anlamak için oradan bir ateşin aşılanması lazım. Bizim de öyle çalışmamız lazım.
Yirminci yüzyıldayız. Biz de; “Hayat nedir?” diye kendi kendimize soruyoruz. “Bizi kim yarattı?” diyoruz, “Hayatın amacı nedir?” diyoruz. “Nerden geldik nereye gideceğiz?” diyoruz, “Öldükten sonra ne olacağız?” diyoruz.
Bizim de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi, bizim de Hz. Ebûbekir radıyallahu anh gibi, Hz. Ali radıyallahu anh gibi, sahabe-i kirâm gibi çalışmamız lazım!
O bakımdan sizin ilim yolunda olmanız çok güzel bir şey. Ben zaten, benimle istişare yaptıkları zaman bütün arkadaşlarıma;
“İlim yoluna girin, bilimsel yolda yükselin, ilerleyin, mümkünse profesör olmaya çalışın! Çünkü o zaman Allah’ı daha iyi bilebilirsiniz, anlayabilirsiniz.” diyorum.
Ömer Nasuhi Bilmen, bizim tekkemizin müntesibi. Eski hocalarımıza bağlanmış, bizim ağabey ihvanımızdan. Diyanet İşleri başkanlığı yapmış, İstanbul müftülüğü yapmış kimse.
Kur’ân-ı Kerîm’in tercemesinde, bu Alâk Sûresi’ni terceme ederken;
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ
Haleka’l-insâne min alak. [6] “İnsanı kan pıhtısından yarattı.” diye terceme etmiş.
Eskiden beri böyle gelmiş, böyle gidiyor. Lügate bakmışlar, “alâk, kan pıhtısı” demişler. İnsan kan pıhtısından yaratılmadı ki...
İnsan kandan mı yaratılıyor?
Hayır, kanla ilişkisi yok.
Yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var mı?
Yok. Yanlış tercüme.
Alâk ne demek?
Taallûk, alâka, “ilişki” demek, “yapışmak” demek. Araplar, yapıştığı için sülüğe de “alâk” derler. Şimdi “embriyo” diyorlar doktorlar. Rahmin duvarına yapışıyor ya onun için “alâk” denmiş.
“Alâk’tan yarattı.” dediği o.
Ama onu bilmediği için tercümeyi yanlış yapıyor. Biz Panzehir’deki bir yazıda bunu belirttik. Ondan sonraki yeni tercümelerde bakıyorum, kontrol ediyorum, çoğunda düzeltilmiş.
“Kan pıhtısı” bitti, “İnsan kan pıhtısından yaratılmış.” demek kesildi.
Şunu demek istiyorum:
İnsan bilgin oldu mu, âlim oldu mu Allah’ın âyetlerini daha iyi anlar, Allah’a daha güzel kulluk eder.
*Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın 28.08.1997 tarihinde İngiltere’nin New Castle kentinde yaptığı konuşmasından derlenmiştir.
[1] İlim ve Sanat, c. 1, s. 64
[2] 55/Rahman, 13.
[3] 55/Rahman, 3-4.
[4] 96/Alak, 3-5.
[5] 55/Rahmân, 29.
[6] 96/Alak, 2.