Biliyorsunuz; dinimiz en büyük, en sevaplı işin “tefekkür” olduğunu bildiriyor. Bu sözü üniversitelerin kapısına yazmalıyız. Okulların, mekteplerin kapılarına yazmalıyız. Mekteplere, dershanelere yazmalıyız. Evimize, odamıza yazmalıyız, çalıştığımız, kitap okuduğumuz masamızın üstüne yazmalıyız.
Yazının diğer dillerdeki çevirileri
İyi şeyler düşünürse çok iyi şey düşünürse Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun şeyi düşünürse çok güzel sevaplar kazanır.
Tefekkür ibadettir, hatta tefekküre fırsat tanıdığı için sükut da ibadettir.
Sükut ibadet!
Neden?
Sükût ettiği zaman, gevezelenmediği, boş konuşmadığı, mâlâyâni, işe yaramaz laflar söylemediği zaman o boşlukta insan düşünme fırsatı buluyor. Düşünme fırsatı bulduğu için sükut da ibadettir. Halvet, tenhalık; uzlet, yalnızlık; itikâf, bir kenara çekilmek, din kitaplarımızın uzleti enâm dediği, “insanlardan uzaklaşmak.”
Bunlar hep neyi hazırlamak içindir?
Tefekkürün şartlarını, ortamını hazırlamak içindir.
Tefekkür çok sevaplı olduğundan uzlet de sevaptır. İnsanlarla fazla düşüp kalkıp boş vakit geçirmemek, tenhaya çekilmeyi sevmek, kitap okumayı sevmek vs. de tefekkürü sağlıyor.
“Arkadaşımdan ayrılamıyorum, arkadaşsız yapamıyorum tek başıma duramıyorum.”
Tek başına duramazsan arkadaşla oyalanırsın, vakit boşa gider. Biraz da uzleti, yalnızlığı seveceksin. Çünkü o yalnızlıkta tefekkür var, tefekkürde bereket ve sevap var.
Dinde kibirlilik, hakkı kabul etmemek nedendir?
Tefekkürün azlığındandır.
Din; bize hitaben Allah tarafından gönderilmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bize haberci olarak gelmiş. Kur’ân-ı Kerîm bize Allah’ın hitabı olarak inmiş. Bütün bu kadar güzel; insanı ebedî saadete erdirecek, cennete sokacak şeylerin hepsi olmuş ama karşıdaki adam düşünmüyor ki anlamıyor ki. İyiliği anlamıyor, lütfu rahmeti anlamıyor. Bunların kendisine karşı ne kadar büyük bir ilâhî lütuf olduğunun farkında değil. Düşünmüyor; düşünmeyince, kafasını çalıştırmayınca, bu tarafa yormayınca artık dinde kibirlenmiş oluyor. Kibirli bir kişi olmuş oluyor. Batar dediğimiz şeye girmiş oluyor. Böyle insanlara da sonunda helak, gazab-ı ilâhî, ceza gelir. Çünkü uyarılardan uyanmıyor. Lütufları anlamıyor, yapması gereken işleri yapmıyor. O çok fena!
Mutasavvıf şairler derin derin ne kadar güzel şeyler yazarlar. Mevlânâ hazretleri neler yazmış, Yunus Emre neler yazmış. Büyükler gönlünü böyle çalıştırmış. Açlıkla kendisini terbiye etmiş ve gönlü tıkayan yolları açmış olan insanların coşkusunu eserlerinde görürsünüz. Yüz cilt eser yazmış, daha o kadar olsa o kadar daha yazacak.
آنچه میگویم به قدر فهم توست
Ân çi mî gûyem be-kadri fehm-i tûst. “Söylediklerim senin anlayacağın kadardır. Yoksa daha senin anlayışın olsa neler anlatırım, neler anlatırım, neler anlatırım…” derler.
“Bu hadîs-i şerîften bizim anlamamız gereken şey nedir?” diye özet ders çıkarmamız gerekirse çok düşüneceğiz. Düşünmemizi arttıracağız; kişi olarak arttıracağız, aile olarak artıracağız. Çoluk çocuğu toplayacağız, sorular soracağız:
“Evladım! Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Sen de fikrini söyle. Hanım sen bu konuda ne dersin? Sen de söyle.” diye onları düşünmeye alıştıracağız.
Yanlış düşünüyorsa; “Bak, burada yanlış düşünüyorsun. Benim tecrübeme göre, falanca kitabı yazana göre, filanca büyük zât-ı muhteremin söylediğine göre o mesele öyle değilmiş, şöyleymiş.” diye yanlışlarımızı düzelte düzelte ilerleyeceğiz. O da bir idmandır. İdman; bir işi çok çok yapıp alıştırmak, kendisini o işi yapmaya, kolay yapmaya alıştırmak, güçlenmek. Fikir de bir idman ister! “Beyin jimnastiği” diyoruz kafa idmanı, beyin idmanı. İnsan bunları yaptığı zaman düşünmeye alıştığı zaman, sonra önüne bir sorun geldiğinde onu çözmeyi de kolay yapar. Düşünmeye alışmamış bir insan, yanlış işler yapar; sonra saçını başını yolar, dizini döver, kafasını duvardan duvara vurur.
Neden?
Düşünmedi.
Düşünmeye alışmadın ki kardeşim sen!
Bu da bir alışma işi.
Bisiklete binmeyi öğrenmemiş bir insanı bisiklete bindirirsen ne olur?
Tutsan da bir de arkasından itiversen üç metre düz gider, ondan sonra dengesini koruyamaz, bir yere çarpar ve düşer; kolunu bacağını, kafasını, kırar, kaza yapar. Her şeye önceden alışmak lazım. İnsanlar idman yapa yapa ipin üstünde bile yürüyor. Bu karşılaşmalarda görüyoruz.
Dünyada birinci olanlar nasıl birinci oluyor?
Uzun çalışmalarla oluyor. Düşünme de çalışma ister.
Bakın, düşünme terbiyesi almış bir insan bir konuyu kendisine verdiğiniz zaman ne güzel cevaplar verir. Allah selamet versin, fakültemizden felsefe bölümünde sevdiğimiz kardeşlerimiz vardı. Felsefe eğitimi görmüş. Düşünmeyi çok güzel yapabilen insan. Sonra bir konuda bir konuşma yapmış. Bir yerde dekanlık yapmış olan rahmetli bir tarihçi vardı, o da profesör;
“Yahu! Bu felsefeyi biz de öğrenelim. Bak ne kadar güzel düşünüyor, ne kadar güzel ifade ediyor, ne kadar akıllı uslu, mâkul şeyler söylüyor.” dedi.
İşte o bir eğitim.
Bizde felsefeyi; galiba dini, İslâm’ı bilmeyen, dini bilmeyen insanlar alıp öğrettiği için sanki dine karşıymış gibi gösteriyorlar. Halbuki felsefe demek; “bir şeyi derinlemesine düşünmek, yorumlarını iyice araştırmak” demek. Her şeyin felsefesi var; onun sebepleri üzerine derinlemesine düşünmek var. Düşünmek çok sevap, tefekkür sevap, aklı kullanmak sevap. Akıl çok büyük nimet. Buna alışmak lazım. Buna alışmalıyız, çoluk çocuğumuzu da alıştırmalıyız.
Neden böyle oluyor?
Bizde felsefe, düşünme doğru düzgün öğretilmiyor da birtakım insanların fikirleri özetleniyor:
“Aristo şöyle demiş… Eflatun böyle demiş…”
Adam anlamıyor. Anlasa bile;
“Allah Allah! Ne saçma! Allah Allah! Bir de buna büyük feylesof demişler. Şu laflara bak! Yirminci yüzyılda ne kadar iptidaî!”
Tabi o milattan önceki bir şey. Beşerin aklı bu kadar işte! Biraz zaman geçti mi etin, sütün kokuştuğu gibi yanlışlığı ortaya çıkar.
İlâhî kaynaktan gelen bilgiler eskimez; onlar evrensel olarak, tarihsel olarak çağları aşarlar. Her zaman tesir ederler. Her zaman haklılıklarını gösterirler. Pırıl pırıl terütaze dururlar. Onlar anlatıldığı için de biraz -hep dinsiz imansız, hayatı dine karşı başka türlü yorumlayan insanların yorumlarını dinleye dinleye- sanki felsefe “dinsizlikmiş” gibi, “dinsizlik tarihiymiş” gibi anlaşılıyor.
Halbuki öyle değil!
İslâm tefekkürü seviyor, Kur’ân-ı Kerîm tefekküre davet ediyor. Tefekkür ehli olacağız ve buna alışacağız. İnsan dinde çok düşünmediği zaman, vurdumduymaz, karnı geniş, mütekebbir olur; istenmeyen bir duruma düşer. O duruma düşmemek için ince ince düşünmeye alışacağız.
Yunus Emre gözümüzün önüne gelsin, Mevlânâ Efendimiz gözümüzün önüne gelsin. Büyük evliyâullah, eserleriyle büyüklüklerini ispat etmiş büyük alimler gözümüzün önüne gelsin. Biz de onların eserlerini okuya okuya gerçek tefekkürü derinlemesine öğrenelim.
Mevlânâ Amerikalı’yı eserleriyle nasıl müslüman ediyor?
Avrupalı falanca sofi şairin bir kasidesini okumuş, falanca kasideye hayran olmuş, nasıl müslüman olmuş?
İslâm âleminin yetiştirdiği çok büyük alimler hakkında üniversitelerde nasıl doktora yapıyorlar, inceliyorlar, hayran kalıyorlar, onların yolunda gidiyorlar?
İşte bu düşünmekle oluyor.
Düşüneceğiz, düşünmeyi seveceğiz, çocuğumuza da sevdireceğiz. Her şeyi düşünerek yapacağız ve büyük düşünürlerin, büyük alimlerin eserlerini okuyacağız. Çünkü insan rehbersiz olduğu zaman düşünmede de abuk sabuk yollara gidebilir.
“Hadi bu arazide yürü!”
İyi ama bu arazinin bataklığı var, uçurumu var. Buna evvelce bu araziyi bilen bir insan tarafından kılavuzluk edilse de öyle gidilse daha iyi olmaz mı?
Sen bu acemi çaylakları, çocukları, zavallıları araziye salıverirsen ne olur?
Kaza olur.
“Bunlar izci, hadi gitsinler.”
Olmaz! Orada uçurum var, şurada bataklık var, tehlike var, yılanlar çıyanlar var. Hepsini bilen bir insanın; “Şuradan gidin, şöyle yapın.”” demesi lazım. Onun için büyük alimlerin rehberliği olmadan, hocasız olarak kendisi düşünmeye kalkarsa hata yapar. Hata yaptığını da fark etmez, fark ettiği zaman da iş işten geçmiş olur.
Onun için ilk başta, cümle cihan halkınca büyüklüğü müsellem olan kimselerin kitaplarını okuyarak doğru düşünmeyi öğrenmeli.
*Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın 26.11.1999 tarihinde yaptığı bir konuşmadan derlenmiştir.