Kaynaklar / Sahabeler

Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra)*

Yazının diğer dillerdeki çevirileri

Mihmandarların en güzeli de Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh hazretleri. Herkesin evine misafir gelir ama onun evine gelen gibi şerefli bir misafir hiçbir eve gelmemiştir. Onun nail olduğu mihmandarlık şerefi gibi bir şerefe hiçbir ev sahibi ermemiştir. O Peygamber ki şair şöyle anlatıyor: Ol Resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn Bende medfundur deyu, eflâke fahreyler zemîn. * “O öyle bir Peygamber, öyle bir Nebî-i muhterem ve Resûl-i müctebâ ki yeryüzü, ‘Resûlullah bende’ diye göklere övünür.”

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan (Rh.a.)

“Allahu Ekber” diyoruz. Minarelerden semalara müezzin kardeşlerimiz sesleniyorlar. Bu sözü bilhassa bizim diyarımızda herkes duymuştur, bilir. Mânasını da tercüme ederler. Allah celle celâlüh başka hiçbir bildiğimizle mukayese edilmeyecek kadar büyüktür. Mukayese bahis konusu olmadan en büyüktür.

Bazı zavallı gençler “en büyük falanca, en büyük filanca...” diye bağırıyorlar. Şu takım, bu şahıs ya da filanca... Çok yanlış. Vah zavallı vah, vay şaşkın vay. En büyük Allahu Teâlâ hazretleridir. Mukayese edilmeyecek kadar. Bir Allah var, bir de mâsivâ. O, mâsivallahla mukayese edilemeyecek kadar en büyüktür. O’na sonsuz hamd ü senâlar olsun. Bizi sayısız nimetleriyle nimetlendirmiş, nimetlendiriyor; O’nun sayesinde yaşıyoruz, varlığımız, vücudumuz, hayatımız, aklımız, fikrimiz, sıhhatimiz hep O’ndan. En büyük Allahu Teâlâ hazretleri. O’na bağlı olan her şey de en büyük, en güzel ve en şerefli.

Sözlerin en büyüğü O’nun sözü, Kur’ân-ı Kerîm. Allah hepimizi Kur’an’ın ehli eylesin. O en büyük söze en güzel tarzda ittiba etmeyi nasip eylesin. Hayatımızdaki meşguliyetlerimizin çalışmalarımızın, yeni tabirle uğraşlarımızın en mühimi de O’nu tanımak. Bütün öbür işler sona kalır, geride kalır, sıfır kalır; iş, vazife, çalışma Allah’ı tanımak, mârifetullah’a ermek, Allah’ı bilmek, Yaradan’ını bilmek. Bu nimetlerini kendisine ihsan edene bağlanmak.

Sevgililerin en sevgilisi, en önde geleni, O’nun sevgilisi. Habi­bullah, Muhammed-i Mustafâ’sı, seçkin kulu; ona sonsuz salât u selâm olsun. Allah bizi onun yolundan ayırmasın. Allah bizi insanların şaşırdığı, akıllarını dağıttığı şu zavallı asırda sünnetini ihya edenlerden eylesin. Sünnetini ihya edip ümmetine hizmet eyleyip yüzlerce şehit sevabı kazanmayı1 tek tek her birimize nasip eylesin.

Şehirlerin en güzeli Mekke-i Mükerreme. Suların en güzeli oradaki Zemzem suyu. Taşların en güzeli oradaki Hâcer-i esved. Mekânların en güzeli Allah’a ibadet yerleri, camiler, mescidler; onların en önde geleni de yine “Allah’ın evi” diye adlandırılma şerefine ermiş olan “Beytullah” diye isimlendirilen Mescid-i Haram ve Kâbe-i Müşerrefe.

İnsanların en güzeli O’nun elçisi Muhammed-i Mustafâ, Muhammed-i Mustafâ’nın etrafına toplanmış insanlar. Onlar arkadaşların en güzeli, yoldaşı, sohbetdaşı, sahabesi —rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn—. Allah bizi onların yollarından ayırmasın!..

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

Ashâbî ke’nnücûmi bi-eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.

“Benim ashâb-ı kirâmım gökteki yıldızlar gibidir, hangisinin eteğine yapışsanız, hangisinin peşinden yürüseniz hakkı bulur, hayrı bulur, nimete erer, cennete girersiniz.”2

Allah’ın Habibi ile sohbet ettikleri için başka insanların erişemediği en büyük şerefe erişmiş, “Peygamber Efendimiz’in Ashabı” sıfatını almışlar. Kandil gecelerinde gözyaşları içinde okuyup kardeşlerimize müjdeledim, burada da müjdeleyeyim. Bir keresinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri;

“Ah ne olaydı, ihvanımı görseydim onlara kavuşsaydım.” buyurdu. Sahabe-i kiram şaşırarak;

“Yâ Resûlallah! Bizler senin ihvanın değil miyiz, kardeşlerin değil miyiz?” dediler. O;

“Siz benim ashabımsınız. Benim ihvanım benden sonraki asırlarda gelip de beni görmek için canını, malını, evladını kurban etmeye hazır olacak kadar bana bağlı olan insanlardır.” buyurdu.3

Her şeyin ismi başka, sıfatı başkadır.

Allah bize Resûlullah’ın o sevgisini ikram ve ihsan eylesin.

Mihmandarların en güzeli de Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh hazretleri. Herkesin evine misafir gelir ama onun evine gelen gibi şerefli bir misafir hiçbir eve gelmemiştir. Onun nail olduğu mihmandarlık şerefi gibi bir şerefe hiçbir ev sahibi ermemiştir. O Peygamber ki şair şöyle anlatıyor:

Ol Resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn

Bende medfundur deyu, eflâke fahreyler zemîn.4*

“O öyle bir Peygamber, öyle bir Nebî-i muhterem ve Resûl-i müctebâ ki yeryüzü, ‘Resûlullah bende’ diye göklere övünür.”

O Resûlullah, o hidayet güneşi, Allah’ın elçisi, Habîb-i Mustafâ ve Müctebâsı, o zât-ı muhteremin evine misafir olmuş. Hem de Allah’ın takdiriyle. Medine ahalisi devesinin yularını tutmak isteyip;

“Yâ Resûlallah! Bizim hanemize teşrif eyle, bizim evimize buyur, bizim evimize misafir ol.” dedikçe;

“Devemi serbest bırakın. O vazifelidir, ne yapacağını, nerede duracağını biliyor. Onun işaret ettiği yerde misafir olacağım.” diyor.5

Ezel kalemi, o şerefi bu zât-ı muhtereme nasip eylemiş.

Herkesin sevdiği bir şehirde, İslâmbol’da oturuyoruz; Fatih Sultan Mehmed cennetmekân İstanbul’u alıncaya kadar, İstan­bul, Araplar’ın tabiriyle Kostantiniyye, buralıların tabiriyle Kostanti­napolis şehri... Kostantinapolis deyince Fatih Sultan Meh­med Han cennetmekân;

“Kostantin şehri olur mu? İslâmbol, İslâm şehri!..” demiş. İslâmbol, İslâmpol, İstanbul oldu. Bu günkü telaffuzuyla öyle geliyor. Bir derin şuur, bir ihtida... Kelime de bir ihtida ettirme merasiminin sonucu...

Bir gayrimüslim İslâm’a gelince adını değiştiriyor, eski adını söylemiyor. Soruyorsunuz, Yusuf İslâm veya Ömer Faruk diyor. “Eski adın nedir?” deniyor, söylemiyor. İslâm’la beraber adı da değişti. Burası da müslümanların eline geçtikten sonra Kostantinapolis veya Kostantinapol olur mu, İslâmbol oldu. Onu özellikle değiştirdi. Peygamber Efendimiz de sahabesinden bazısının, müslüman olduğu zaman, uygun olmayan ismini değiştirmiştir. Mesela ismi Abdüşşems, “güneşin kulu.” Hemen değiştirmiş, “Senin ismin Abdullah olsun.” demiştir.6 Beğenmediği isimleri değiştirmiştir.7 O da Efendimiz’in sünnet-i seniyyesidir. Kostantinapol değil İslâmbol, İslâm şehri... Öyle bir şehir ki Allah nice nimetler ihsan etmiş:

Bu şehri Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır

Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında

Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır.8

Bu şehir öyle eşsiz büyüklükte bir mücevher ki cihanı aydınlatan güneş, terazinin bir kefesine konulsa... İstanbul’un kıymeti ancak böyle bir benzetmeyle anlatılabilir.

Allah bu şehri bize kazandıranlardan razı olsun. Mekânları cennet olsun, kabirleri nur dolsun, zaten yüksek olan makamları daha âlâ olsun. Allah şefaatlerine erdirsin.

Her şehir Peygamber Efendimiz’in diline nasip olmamıştır. Bu şehir Peygamber Efendimiz’in dilinden adı geçen bir şehirdir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri müjdelemiştir ki:

لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ

Letüftehanne’l-Kostantîniyyetü feleni’me’l-emîru emîruhâ veleni’me’l-ceyşu zâlike’l-ceyş.

“Kostantiniyye şehri mutlaka ve muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne iyi bir komutandır, onu fetheden ordu ne iyi bir ordudur.”9

Buranın fetholunacağını 850 sene evvelinden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mûcizât-ı Ahmediye’si ile, istikbale ait bir haber olarak bildirmiş. Hem de nasıl bir zamanda? Medine-i Münevvere küçücük bir köy iken. Medine-i Münevvere’nin etrafı çöllerle çevrilmişken. Bir avuç müslümanken... Cihanın iki büyük devletinden birisi İran’da Sasanî İmparatorluğu; koca, haşmetli İmparatorluk. Ötekisi Bizans İmparatorluğu. Koca koca iki tane muazzam devlet, imparatorluk ayaktayken, o iki cihan güneşi Medine-i Münevvere’den: “İstanbul, mutlaka fetholunacaktır.” buyurmuştur. Sahih bir hadîs-i şerîf. Diyanet Dergisi’nin içinde alim kimseler incelemesini yapmışlardır.10 Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur. Böyle buyurduğunun şahidi de bu Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleridir. “O şeref bize nasip olsun.” diye buraya kadar gelmiş. O aşk, o şevk o zamandan Resûlullah tarafından tutuşturulmuş. O fethin aşkıyla bu zât-ı muhterem buralara kadar gelmiş. Bu şehir için ve bizler için Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz ve diğer sahabe-i kiram fevkalâde ehemmiyetli.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, İmam Tirmizî’nin hadis alimlerinden rivayet ettiği bir hadiste buyuruyor ki:

مَا مِنْ أَحَدٍ مِنْ أَصْحَابِي يَمُوتُ بِأَرْضٍ إِلَّا بُعِثَ قَائِدًا وَنُورًا لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

Mâ min ehadin min ashâbî yemûtu bi-ardin illâ bu’ise kâiden ve nûran lehum yevme’l-kıyâmeti.

“Benim ashabımdan hiçbir sahabi yoktur ki o hangi arazide hangi ülkede hangi diyarda vefat etmişse, kıyamet gününde o arazinin, o beldenin, o ülkenin müslümanlarının kâidi yani komutanı, önderi, sancaktarı olarak ve nur olarak kıyamet gününde cennete girecek.”11

Rabbimiz cümlemize cennetini, cemalini nasip eylesin. Biz oraya bu zâtın bayrağı arkasından gideceğiz.

Güzel şeyleri saymakla başlamıştık. İstanbul’un güzelliğine geldik. İstanbul’un içindeki en güzel semt —o mübarek Üsküdar darılmaz— Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz’in beldesidir. Bahsettiğim sebeplerden dolayı, İstanbul’un en güzel, en şerefli, en yüksek, en üstün, en kıymetli bölgesi Eyüp Sultan’dır. Onun için oraya hizmetin, orayı ziyaretin nasip olması büyük bir şereftir. O camiye imam, müezzin ve cemaat olmak, orayı ziyaret etmek, Allah’ın çok büyük lütfudur.

Eyüp Sultan civarı eskiden sadrazamların dolaştığı yerlermiş. Etraf vezirlerin, paşaların konaklarıyla, büyük evliyâullâhın tekkeleriyle doluymuş. Tekkelerin arazileri 17 dönüm, 15 dönüm, 6 dönüm gül bahçeleriymiş. Bu gül bahçelerinde, o güllere karşı bülbüller ötermiş, ağaçların arasında âhûlar, ceylanlar dolaşırmış. Allah bizlere nasip eylesin, inşaallah o beldeyi yine öyle yapalım.

Bu zât-ı muhteremi herkes seviyor. Hayatını ve hususiyetlerini öğrenince hayran kalmamak mümkün değil. Bu zât-ı muhteremin soyu Peygamber Efendimiz’le anne ve baba tarafından birleşiyor. Mübareğin Peygamber Efendimiz’le yakınlığı, akrabalığı, kan bağı da var.

Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de bin bir meşakkat karşısında yılmayıp Allah’ın emrini ve dinini, varlığını ve birliğini insanlara anlatmaya çalıştığı sırada, insanlar söylediklerini kabul ediyorlardı ama Kureyş’in nüfuzundan korktukları için yardıma cesaret edemiyorlardı.

Peygamber Efendimiz, Mekke-i Mükerreme’ye çeşitli sebeplerle panayırlara ziyarete gelen kabilelerle gider konuşurdu.

“Müsaade eder misiniz? Sizinle bir kaç söz konuşalım!” diye çok zarif bir şekilde yanlarına yaklaşırdı. “Ben Allah’ın vazifelendirdiği elçisiyim, resûlüyüm. Putlara tapmayın. Kâinâtı yaratan Allahu Teâlâ hazretleri birdir; şerîki, nazîri yoktur; O’nun varlığını birliğini ikrar ederseniz âhirette nimete erersiniz, cennete girersiniz; O’na âsî olursanız, imanınız yanlış olursa müşrik olursanız; kâfir olursanız cezaya uğrarsınız.” diye ikaz ettiği zaman;

“Ey emniyetli, güvenilir, asil Muhammed! Çok iyi, çok doğru söylüyorsun ama biz senin sözünü kabul edersek, bu Kureyşliler nüfuzlu insanlar, bunlar etrafı, avanesi yardımcıları, tanıdıkları, dostları, kuvvetleri, güçleri, paraları, pulları olan insanlar, onlarla aramız bozulur, yapamayız bunları...” diyorlardı. Dünya hesabından âhiretlerinin kârını göremiyorlardı.

Ama Medine-i Münevvere’den Akabe’ye gelen bahtiyar mü’minler, Peygamber Efendimiz’i dinledikleri zaman, gelişlerinde tabii bilmiyorlardı ama gelip de dinledikten sonra Resûlullah’a iman ettiler ve beyat eylediler. Elini tuttular:

“Kabul ediyoruz, inandık, ‘âmennâ ve saddaknâ’, sen Allah’ın elçisisin, resûlüsün, biz sana tâbiyiz, emrindeyiz, emir ve ferman senindir, senin ümmetin oluyoruz.” diye kabul ettiler. Bu Birinci Akabe.

İkinci Akabe yani ertesi sene daha kalabalık geldiler. O zaman Medine’nin adı Yesrib idi. Peygamber Efendimiz orayı seçince adı Medinetü’r-Resûl, Peygamber’in Şehri oldu. Medine diye kısa söylüyoruz. Orası Medine-i Resûl, Medinetü Resûlillah, Allah’ın Elçisinin Şehri. Oradan daha geniş bir kalabalık halinde geldiler. Onlar da birincilerin aldıkları tadı duyunca kelebeklerin ışığa koştukları gibi geldiler: “Yâ Resûlallah! Biz de sana inandık.” dediler. Mübarek, ipek gibi elini tutup ona beyat eylediler. Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Medine-i Münevvere’nin Peygamber Efendimiz’e bu ziyaretlerle gelip de inanan, beyat edenlerinin evvelkileri; es-sâbikûnü’l-evvelûndan.12 Gerçekleri hemen kavrayıp Efendimiz’e tabi olanlardan bir mübarek. Medineliler’in İslâm’a ilk gelenlerinden olma şerefi kendisine bahşolunmuş.

Evsâf-ı hamîdesini anlata anlata bitiremeyiz. Bir gerçeği görür görmez ilk kabul edenlerden, İkinci Akabe’de dinlemiş beyat etmiş, imana gelmişlerden.

Peygamber Efendimiz’in zât-ı şerîfine vahiy geldiği zaman, vahyi telakki ederdi, ifade ederdi, telaffuz ederdi, katipler yazardı. Bunlara vahiy katipleri deniyordu. Efendimiz’in kendisine indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i, “Allah bana şu ayetleri buyurdu.” diye haber verdiği zaman, onları yazan insanlar. İşte bu zât-ı muhterem o Kur’ân-ı Kerîm’imizin vahiy katiplerinden.

Kur’ân-ı Kerîm’in hafızlarından; Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş olanlardan ve Peygamber Efendimiz’e candan bağlı bir kimse. Filvâki; “Ebî ve ümmî, anam babam, canım, malım mülküm varım, herşeyim sana feda olsun, yâ Resûlallah!” diyenlerden.13

Peygamber Efendimiz Hayber’i fethettiği zaman gece çadırın etrafında ayak sesi duyuyor. Bu mübarek kılıcını çekmiş, çıkıp bakıyor, etrafta dolaşıyor.

“Yâ Resûlallah! Hayber fetholundu. Düşmanlar bir suikast yapabilirler diye endişelendim. Sen rahat uyuyasın, canına bir zarar gelmesin, diye etrafında nöbet tutuyorum.” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de elini semaya kaldırdı:

“Yâ Rabbi! Benim için uykusunu terk eden bu mübarek kuluna hayırlar ihsan eyle.”14 diye dualar eyledi. Peygamber Efendimiz’in o dualarına mazhar olmuş kimse.

Hadis râvîsi. Efendimiz’den duyduğu hadisleri daha sonraki nesillere rivayet etmiş, nakletmiş öğretmiş. O mübarek sahabiden 400 kadar hadîs-i şerîf rivayet olunmuş.

Peygamber Efendimiz’i evinde yedi ay kadar misafir etmiş. Deve oraya çökünce Peygamber Efendimiz onun evine misafir oluyor.

“Yâ Resûlallah! Buyur başımızın üstünde yerin var, kalbimizde yerin var.” diyorlar. Efendimiz;

“Siz yerinizi değiştirmeyin. Biz aşağıda kalalım.” diyor. Onların canı rahat değil. Efendimiz’in üstünde, yukarıda yürürüz, tahtaların arasından toz dökülür, gürültü olur diye korkuyorlar. Ama Efendimiz aşağıda oturmak tevazuunu gösteriyor. Ev sahibinin rahatını düşünüyor. Yemeği hazırlıyorlar, ilk önce ona gönderiyorlar. O yedikten sonra sofra geldiği zaman Efendimiz neresinden yemiş, eli nereye değmişse oradan yemeye yarışıyorlar. “Şu taraftan yemiş diye!” Öyle bir aşk ve şevk ile yapıyorlar.15

Nihayet bir gün testi devrilmiş, aşağıya su dökülecek. “Eyvah, Efendimiz’in olduğu yere dökülecek.” diye;16

“Yâ Resûlallah! Bu durum canımıza tak etti! Lütfen yukarıya buyurun.” diyorlar.

Efendimiz’i yukarıya alıyorlar. Layık olan da budur, diyerek üst kata geçiriyorlar. Peygamber Efendimiz’e hizmetleri böyle, onun dualarını almaları böyle.

“Eyyüb Sultan” deniliyor. Tabii biz bir eksiklikle söylüyoruz; “Eyyüb” bu mübarek Efendimiz’in büyük oğlunun adı. Kendisinin adı değil, oğlunun adı Eyyüb. Kendi adı Ebû Eyyûb Halid. Adı Halid ama künyesi Ebû Eyyûb. Onun için “Ebû”sunu unutmamamız lazım. Aslında “Ebû Eyyûb” dememiz lazım. Bu Eyyüb’ün babası demektir; ilk oğlu Eyyüb olduğundan bu şekilde künyelendirilmiş. Halkımız “Ebû” kelimesinin mânasını bilmediğinden eksik telaffuz ediyor. Üç tane oğlu, bir kızı var. Eyyüb, Abdurrahman17 bir de kendisi gibi Halid isminde oğlu, Amre18 isminde kızı var. Dört tane evladı olmuş. O dönemde ilk evlattan künye alırlarmış. Peygamber Efendimiz’in künyesi “Ebü’l-Kâsım”dır. Bu mübarek Efendimiz’in ismi de “Ebû Eyyûb”.

Sultanlık Allah’tan gelmiş. Allah bir insanı böyle nimetlere nail ederse, karşısında sultanlar el pençe divan durur. Bizim ecdadımız, gözlerinden perdeler kalkmış evliyâ oldukları için hakikatte kimin sultan olduğunu iyi bilirler. Onun için bu zât-ı muhterem sultandır. Öbür sultanlar bunun hizmetçisidir. Karşısında, huzurunda el pençe divan durmuşlardır.

Siz Eyüb’ü sevenlersiniz. Burada Eyüp mektebinin adı için birisi;

“Eyüp Sultan İmam Hatip Lisesi’ndeki Sultan kelimesi niçin oluyormuş? Bu eski sultanları hatırlatıyor.” diye itiraza kalkışmış. Hayır! Bu bizim ecdadımızın edebini, terbiyesini, evliyâlığını, gözünün ve gönlünün açık ve aydın olduğunu gösteriyor. Bu kelimenin o kadar büyük anlamı var ama antikayı bilmeyen, eski bir eşya diye kenara atar, kıymetini bilmez.

“Eyyüb Sultan”, “Ebû Eyyûb Sultan.” Bu “Sultan” sözünde büyüklerimizin o kadar güzel edebi ve zarafeti görünüyor ki bu kelimeyi korumak için hepinizi gayrete davet ediyorum. O dedelerimizin bize en kıymetli yâdigârı. Topkapı Sarayı gibi birşey. Bu caminin ve levhaların antikalığı gibi bir şey. “Sultan” kelimesi anlayana çok mânalar ifade ediyor. Eyyüb askerlik arkadaşın mı? Eyüb Camii! Hâşâ sümme hâşâ. “Ebû Eyyûb Sultan”; Mâneviyat Âle­minin Sultanı. Hadîs-i şerîf râvîsi. Sünnet-i seniyeye sımsıkı bağlı, kale gibi sağlam bir insan.

Bir kaç misali var:

Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhümâ düğün yapıyormuş. Ken­disi anlatıyor. “Düğünde duvara yeşil, güzel bir örtü astık.” diyor. Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz gitmiş, örtüye şöyle bir bakmış;

“Peygamber Efendimiz zamanında böyle bir âdet yoktu. Sizin böyle bir âdet çıkarmanız doğru olmamış, teessüf ederim, ben burada oturamam.” deyip kalkmış. “Yapma, etme!..” demişler.19

Düğüne gelmişken kalkıyor, bir küçük değişikliğe razı olmuyor. Bize ufacık bir ayrıntı gibi gözükebilir; bir yeşil örtü asılmış. “Hayır bu Peygamber Efendimiz zamanında yok.” diyor, ona razı olmuyor. Sünnet-i seniyeye böyle bağlılığını; sultanların, halifelerin karşısında hak sözü dobra dobra söylediğini ve gerektiği zaman müdahele ettiğini biliyoruz.

Bir savaşta ganimetler ve esirler taksim ediliyor, bir kadın da kenarda ağlıyormuş.

“Bu kadın niye ağlıyor?” diye sormuş.

“Esirdir, çocuğundan ayrıldı. Ağlaması çocuğundan ayrıldığı için.” demişler. Bunun üzerine;

“Çocuğunu ona veriniz.” diyor. Çocuğunu kadıncağıza verip kadının gözyaşını dindiriyorlar;

“Niye böyle yaptın? diye sorduklarında;

“Peygamber Efendimiz’den duydum ki; bir evladı anasından babasından ayıranı Allah âhirette bütün sevdiklerinden ayırır. Böyle olmasın diye.” şeklinde cevap veriyor.20 Gördüğü bir haksızlığı dobra dobra hemen söyleyen bir kimse.

Bizler de öyle olacağız. Onların yolunda yürüyen insanlar olarak hakkı tutacağız, haksızlığı durduracağız, hakkı icra edeceğiz.

Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz Mescid-i Nebevî’nin imamlığını yapmış. Hz. Osman devrinin sonunda fitneler arttığında gelen kuvvetler Halife’yi evinden çıkarmamaya başlamışlar. Halife, imam ve önder demek; namaz kıldırır; camide de, yönetimde de önde olması lazım. İmamlık şerefi o kadar yüksektir. Halife’yi çıkarmamışlar. Sonunda Kur’ân-ı Kerîm’i okurken şehit de ettiler. O şehit olurken üzerine kanının aktığı Kur’ân-ı Kerîm şimdi Topkapı Sarayı’ndaki Emânât-ı mukaddesededir. Orada saklanan, ceylan derisi üzerine yazılmış Kur’ân-ı Kerîm’dir.

İşte o evinden çıkarılmadığı, zalimler tarafından engellendiği sırada Peygamber Efendimiz’in mescidinde Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz Halife’ye vekaleten imamlık yapmıştır.21

Hafız, bilgisi derin, arif, fazıl ve kamil bir insan. Sıradan bir imamlıktan çok daha derin mânası olan bir imamlığı vardır. İslâm alemi fütûhât ile genişleyince; Şam diyarı, Mısır, lrak, İran, bizim Anadolu Diyarbakır’a, Ahlat’a, Silvan’a, Kafkasya’ya, Adana’ya, Maraş’a kadar hemen hepsi o devirlerde fetholundu. Oralarda sahabe kabirleri var. O zamanlardan beri oralar İslâm’dır.

Yalnız Haçlılar bir ara Urfa’yı elde etmişler de, bir müddet bir hıristiyan krallığı devam ettirmişler. Bir ara Kudüs’ü alıp, Selahaddîn-i Eyyûbî tekrar fethedene kadar, oralarda hüküm sürdükleri vakitlerden Güneydoğu Anadolumuz, Türk-Kürt kardeşlerimizin yaşadığı yerler o zamandan beri İslâm diyarıdır. İşte o zaman Hz. Ali Efendimiz Medine-i Münevvere’den fütûhâtın idaresi uzak düştüğünden halifeliğin idaresini Kufe’ye nakletti. O zaman Kufe, Bağdat’a yakın bir İslâm şehridir. Müslüman mücahitlerin kurduğu daire planlı, ortasında camisi olan kaleli bir şehirdir. O mübarek belde olan Medine-i Münevvere’yi Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerine bıraktı. “Buranın valiliği senin.” dedi. Bu zât-ı muhterem o validir.

Halifenin vekili imamdır, vahiy katibidir, hâfız-ı Kur’an’dır, Medine valisidir.22

İslâm’ı öyle anlamış, Allah’ın yoluna öyle bağlanmış ki mal mülk, mevki makam, sıhhat afiyet, evlat, çoluk çocuk... dünya gö­zün­den silinmiş.

Ömrünü cihada tahsis etmiş bir insandır. Medine-i Münevvere’de durmamış; Mısır’ın fethine iştirak etmek için Mısır’a, Mısır’dan Suriye’ye, Suriye’den Filistin’e gitmiştir. Bazı kitapların yazdığına göre Arap mücahit müslümanların İstanbul’u fetih için yaptığı daha önceki seferlere de iştirak etmiştir. En çok hoşunuza gidecek, dikkatinizi çekecek olan husus, Kıbrıs’ın fethine de katılmış olmasıdır. Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz hazretleri Kıbrıs’ın da fatihidir, Kıbrıs’ta da cihadda bulunmuştur.

Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde, “Evlatlarınıza yazmayı, yüzmeyi, ok atmayı, silah kullanmayı öğretin.”23 buyurmuştur. Çöllerde mi yüzecek? Yüzmeyi öğretin ne demek? Peygamber Efendimiz’in mûcizâtından, ümmet-i Muhammed’in denizler ötelerini fethedeceğini, denizlerde İslâm’ın bayrağının dalgalanacağını gösteren bir işaret. Çocuklarınıza yüzmeyi de öğretin. Deniz savaşlarının sevabı, kara cihadlarının iki katıdır; sevabı daha fazladır. Deniz şehidinin mertebesi kara şehidinden daha üstündür. Bu mübarek o sevapları kazanmak için gemilere binmiş, Kıbrıs’ın fethine katılmış. İstanbul’a gelmiş seferlere iştirak etmiş. Büyük mücahittir.

Bir seferinde İstanbul’a geldiği zaman mücahitlerden bir grup karşıdan gelen Rum yani Romalı kuvvetlere saldırdılar. Karşı karşıya geldiler. İçlerinden bir bahadır, kılıcını sıyırdı, düşmanların arasına; “Yâ Allah!” diyerek bir hücum etti, kırdı geçirdi. Ötekiler atılmadılar, bu girdi, döndü geriye; çarpışa çarpışa... Tabii o çarpışırken ötekiler arkadan;

“Bak, Kur’ân-ı Kerîm’de;

وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ

‘Velâ tülgû bi-eydîküm ilettehluke’ ‘kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın’24 buyuruyor. Bu kendisini tehlikeye attı. Düşmanlarının arasına girdi, çarpışıyor. Kendi canını tehlikeye attı.” dediler.

Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz Kur’an’ı biliyor, hafız; ayetlerin sebeb-i nüzûlünü, ne sebeple indiğini biliyor. Şu açıklamayı yapmıştır:

“Hayır, ey Müslümanlar! Kur’ân-ı Kerîm’i yanlış anlıyorsunuz. Bu âyet-i kerîmenin tefsiri böyle değildir. Biz Peygamber Efendimiz’e kimsenin yardım etmediği zaman yardım ettik ‘Ensar’ adını aldık. ‘Allah Resûlü’nün Ensarı’, yardımcıları şerefini kazandık. Sonra müslümanlar çoğalınca kendi kendimize; ‘artık müslümanlar çoğaldı’ dedik. Resûlullah’ın bize de ihtiyacı kalmadı. Zaten etrafında pervane gibi dönen ona canını feda edecek olan nice insan var! Biz bağlarımıza, bahçelerimize, ticaretlerimize dönelim işlerimizi görmeye başlayalım.’ dedik. Onun üzerine Allahu Teâlâ hazretleri bizi ikaz olarak âyet-i kerîme indirdi. ‘Ey iman edenler! Allah yolunda çalışmaktan geri durmayın. Malınızı, mülkünüzü, kazancınızı Allah yoluna fî sebîlillah sarf etmekten mahrum kalmayın. Bu hususta ihmal göstermeyin. Cihada gidenleri desteklemekten geri durmayın. Ordu teçhizi, silah alma vesaire hususlarında ihmal göstermeyin. Böyle yaparsanız Allah’ın gazabını çeker, günaha girersiniz. Böylece kendinizi tehlikeye sokarsınız. Sakın böyle yapmayın. Malınızla mülkünüzle ihsan ve ikramda bulunun, infakta bulunun. Bu âyet-i kerîme o mânadadır.”25

Keşke Kur’ân-ı Kerîm’i herkes hepimiz ve bütün müslümanlar doğru düzgün anlasaydı da dünyanın en güçlü halkları, devletleri hep müslümanlar olsaydı.

Keşke Müslümanlar Bosna Hersek’te, Karabağ’da, Kafkasya’da, Seylan’da, Afrika’da mazlum, mağdur, müstez’af, maktul, her türlü zulme mâruz duruma düşmeseydi.

Keşke cihad şuurunu unutmasalardı. Keşke gevşemeselerdi, ayeti tam anlayıp, Allah yolunda mallarını canlarını tam sarf edip, İslâm’ın izzetine gölge düşürmeselerdi. İşte Ebû Eyyûb el-Ensârî aynı zamanda o ikazı yapmış bir kimsedir.

Bizim fakülteye bir milletvekili, bir isteği için gelmişti. Dekan;

“Kendimizi tehlikeye atmamamız lazım.” deyince... Dekan güya profesör, güya bilgisi çok ama yanlış söyledi. O milletvekili kardeşimiz hemen;

“Ben böyle duymadım. Tehlikeye atmak, Allah yolunda cihada gidip can feda etmemek mânasına değildir. O başka şeydir...” diye tam benim anlattığım hususta orada güzel bir cevap verdi.

Keşke herkes İslâm’ı tam bilse de, müslümanlar da İslâm’ı tam yaşamanın tabii sonucu olan izzete ve itibara sahip olsalar!..

Allah ümmet-i Muhammedi tekrar aziz eylesin! Gadirden, zulümden, kâfirlerin tasallutundan kurtarsın! Aralarındaki ihtilafları birleştirsin! Gönüllerini birbirleriyle cem’le teyit eylesin! Hepsini yekvücut olarak hayrın ve hakkın hizmetinde, dünyanın her yerine hayır götüren, nur götüren insanlar eylesin!

Emr-i mâruf, nehy-i münker de tavizsizdir. Biz çok taviz veriyoruz. Emr-i mâruf, nehy-i münker müslümanların üzerine farzdır; kötülüğü gördüğü zaman yaptırmayacak, iyiliğin yapılmasına gayret gösterecek. Milyonlarca müslüman var; bu kadar müslüman birer bardak su dökse düşmanları sel alıp götürecek ama kimse vazife yapmıyor, vazife yapmayana da niye yapmıyorsun diye söylenmiyor. Bugünkü müslümanların düştüğü sıkıntı hadîs-i şerîfte bildirilmiş. Peygamber Efendimiz diyor ki;

“Ya emr-i mâruf, nehy-i münker yaparsınız, o ahlâka sahip olursunuz, ya da yapmazsanız, Allah başınıza öyle belalar verir ki içinizdeki salih kimseler dua etseler bile kabul olmaz. Tekrar dininize dönmedikçe o zillet üzerinizden gitmez. Allah zillete uğratır diyor.”26

Onun için bu noktayı da bu mübarek zâtın menâkıbını anlatırken, onu örnek alan kimseler olarak aklınıza yerleştirin. Emr-i mâruftan, nehy-i münkerden gafil olmayın, uzak durmayın, vazifelerinizi ihmal etmeyin.

Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri cömertlerin cömertiydi. İbni Abbas radıyallâhu anhümâ Basra valisiydi. Bu mübarek efendimiz bir gazadan, seferden Basra’ya onu ziyarete gidiyor. Abdullah b. Abbas alim, müfessir, bilgili, görgülü, edepli, Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas’ın oğlu, akrabası; güzel yüzlü, uzun boylu, uzun kirpikli, güzeller güzeli bir insan. Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz’e;

“Sen Resûlullah’ı hanende misafir eyledin. Ben de sana işte şu konağı içindeki kölelerle beraber hediye ediyorum, buyur.” dedi. Basra valisi İbni Abbas’ın, misafir gittiği, kendisini ağırladığı zaman mükellef konak; içindeki 40 kölesiyle beraber ve 40 bin dirhem gümüş hediye de ikram ederek. “Sen ki Resûlullah’ı misafir etmiş başımızın tacı bir büyüğümüzsün. Al bu da benim sana hediyem. Sen Resûlullah’ı öyle ağırladın, ben de seni ağırlayayım.” diye hediye etti. O Abdullah b. Abbas’ın büyüklüğü, kadirbilirliği ve ona ikramı. Karşısındaki zâtın kıymetini biliyor.

Gelelim Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz’in mukabelesine... 40 köleyi Allah için âzat etti. 40 bin dirhemi de onlara sadaka olarak verdi, ayrıldı. Birazını kendisine ayırmadı, hepsini bahşeyledi.27

Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den gelen o fedakâr muhacirleri o Medine-i Münevvere’nin vefakâr ensârı ile kardeş yapmıştı. Halid b. Zeyd Efendimiz’in kardeşi de Mus’ab b. Umeyr’di.28 Mus’ab b. Umeyr radıyallâhu anh ailenin biricik oğluydu. Güzeller güzeli, yakışıklı... Bir zengin çocuğuydu ama Allah yolunda ailesini, malı mülkü ve zenginliği terk etmişti. Anası ve babası müşrikti. Onlara yüz vermemişti. Annesi naz yapmak istemiş;

“Oğlum, dinine dönmezsen, müslümanlığı bırakmazsan yemeyeceğim, içmeyeceğim, öleceğim. Anana böyle kötülük yapmış olursun...” demişti.

“Anacığım! Boşuna uğraşma! Senin kırk tane canın olsa, her seferinde feda etsen de bu yolu bırakmam. Sen İslâm’a gir” dedi.29

O Mus’ab b. Umeyr ki Peygamber Efendimiz onu Medine-i Münevvere’ye dini, Kur’an’ı öğretsin diye gönderdi. O güzel sesiyle Kur’an okurken Medineliler mest olur, mum gibi erirlerdi. Onun o güzel ahlâkından, yüzündeki nurdan, dilindeki halâvetten, tatlılıktan nice insanlar İslâm’a gelmiş, İslâm’ı öğrenmişlerdir. Peygamber Efendimiz Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz’i onunla âhiret kardeşi eyledi.

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin babasının adı Zeyd, annesinin adı Hint’tir. Kendisi Hint ve Zeyd’in oğlu Halid’dir.30 Hanımının adı Fatıma’dır; o da Eyyüb’ün anası olduğundan kendisine Ümmü Eyyûb derler. Babası Ebû Eyyûb el-Ensârî, annesi de Ümmü Eyyûb, Fatıma. Bunların her ikisi de Hazrec kabilesinin Neccaroğulları boyundan idiler.31

Medine-i Münevvere’de İslâm’dan önce, birbirlerine rakip Evs ve Hazrec adında iki büyük kabile vardı. Uzun seneler süren epey mücadeleleri, savaşları olmuştu. Peygamber Efendimiz onları barıştırdı. Peygamber Efendimiz’in oraya gitmesi onlar için çok büyük nimet oldu. İşte bunlar Evs değil Hazrec kabilesine mensup kimselerdir.

Peygamber Efendimiz’den hadis rivayet etmiştir diye söylediğim için bir kaç tanesini okuyayım. Ona sevap gidecek, okuduğumuz için biz de sevap kazanacağız. Bir hayra delalet eden yapmış gibi sevaplanır.32

عَنْ أَبِي أَيُّوبَ ، عَن ِالنَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، قَالَ :

الْمُتَحَابُّونَ فِي اللَّهِ عَلَى كَرَاسِيَّ مِنْ يَاقُوتٍ حَوْلَ الْعَرْشِ

An Ebî Eyyûb ani’n-Nebiyyi sallallâhu aleyhi ve sellem kâle: el-mütehâbbûne fillâhi alâ kerasiyye min yâkûtin havle’l-arşi.

Hadis alimlerinin meşhurlarından İmam Tirmizî nakletmiş. Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz Peygamber Efendimiz’den rivayet ediyor. Peygamber Efendimiz buyurmuşlar;

“Allah yolunda, Allah rızasını kazanmak için din, iman aşkına birbirleriyle muhabbet edip kardeş olan insanlar, yakuttan kürsülere oturacaklar.”33

Sen benim ihvanımsın, âhiret kardeşiyiz, eleleyiz. Seviyor, ziyaretleşiyoruz, hediyeleşiyoruz, muhabbetleşiyoruz. İşte böyle Allah yolunda birbirleriyle muhabbet edenler, o kıyamet gününde yakuttan minberlere oturacaklar. Onların makamı o kadar kıymetli olacak.

Diğer hadîs-i şerîf:

مَا مِنْ رَجُلٍ يَغْرِسُ غَرْسًا إِلَّا كَتَبَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ لَهُ مِنْ الْأَجْرِ قَدْرَ مَا يَخْرُجُ مِنْ ثَمَرِ ذَلِكَ الْغَرْسِ

Mâ min reculin yağrisu ğarsen illâ keteba’llâhu azze ve celle lehû mine’l-ecri kadre mâ yahrucü min semeri zâlike’l-ğars.

Ahmed b. Hanbel mezhep imamı; Hanbelî mezhebinin kurucusu, hadis alimi mübarek zât rivayet etmiş, Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz Peygamber Efendimiz’den şöyle naklediyor:

“Hiç bir kişi yoktur ki bir fidan diksin de Allah o fidanın çıkardığı her meyve kadar ona ecir vermesin.”34

Müslüman bir fidan diktiği, o da ağaç olduğu zaman, o ağaç meyve verdiği müddetçe, sevabı devamlı ona gelir.

Biz kardeşlerimizle dernek kurduk: “Eyüp Tarih, Kültür ve Çevre Derneği” Çevreyi niçin ilave ettik? İnşaallah yeşillendireceğiz. Ebû Eyyûb el-Ensârî hatırasına orman tesis edeceğiz, yemyeşil olacak. Gül fidanları, meyve fidanları dikeceğiz, gülistana çevireceğiz inşaallah. Hadîs-i şerîf öyle buyurmuş. Peygamber Efendimiz’den öyle naklediyor.

Üçüncü hadîs-i şerîf: Naklettiği 400 tane hadîs-i şerîf var ama üç tanesini nakledeceğim.

َنْ أَبِي أَيُّوبَ الْأَنْصَارِيِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لَا يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أَنْ يُهَاجِرَ أَخَاهُ فَوْقَ ثَلَاثِ لَيَالٍ يَلْتَقِيَانِ فَيَصُدُّ هَذَا وَيَصُدُّ هَذَا وَخَيْرُهُمَا الَّذِي يَبْدَأُ بِالسَّلَامِ

An Ebî Eyyûbi’l-Ensârî radiya’llâhu anhu ani’n-Nebiyyi salla’llâhu aleyhi ve sellem kâle: Lâ yehıllü li-müslimin en yühâcire ehâhü fevka selâsi leyâlin yeltekıyâni feyesuddü hâzâ ve yesuddü hâzâ ve hayruhüme’llezî yebdeü bi’sselâm.

İki mezhep imamı Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik rivayet etmişler. Râvi Ebû Eyyûb el-Ensârî.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bizleri çok ilgilendiren bir konuda buyuruyor ki;

“Bir müslüman kardeşine üç geceden fazla küskün durmak, ondan ayrılmak, uzak durmak helal olmaz. Doğru değil. Üç günden fazla darılmak helal olmaz. Bunlar inatlarını sürdürüp karşılaştıkları zaman, birisi yüzünü o tarafa çeviriyor, görmezlikten geliyor, berikisi öteki tarafa çeviriyor görmezlikten geliyor, böyle bir durum helal olmaz. Bu ikisinden hayırlısı, şeytana uymayıp ‘esselâmü aleyküm’ deyip karşı tarafa selam verendir.”35

Demek ki müslümanlar dargın durmayacak, barışacak. İran lrak’la barışacak, Suriye Türkiye’yle, Suudi Arabistan Yemen’le, Mısır Libya’yla barışacak... İslâm âlemi yekvücut olacak. Beldelerin içindeki insanlar da birbiriyle barışacak. İhtilaf olmayacak; ittifak olacak, birlik, beraberlik olacak. Hizip, gruplaşma, çekişme, sataşma, çatışma olmayacak. O zaman müslümanların izzeti ve şevketi olacak. Âyet-i kerîmede;

وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ

Ve lâ tenâzeû fetefşelû ve tezhebe rîhukum.

“Birbirinizle çekişmeyin, ihtilafa düşmeyin. Darmadağın dağılırsınız. O zaman feriniz, gücünüz, kuvvetiniz gider.”36 buyuruluyor.

Herkes sizi keklik gibi avlar, kuzu gibi boğazlar, kebap yapıp yer, postunuzun üstüne oturur. Neden? İhtilaf ederseniz gücünüz, feriniz gider. Allah’ın sözünü dinlemeyip de dünyada ve âhirette izzet bulmak mümkün müdür? Mümkün değildir, imkânsızdır. Onun için;

“Ey müminler! Ey ümmet-i Muhammed! Ya Allah’ın dinine gelirsiniz ya da şamarı, tokadı yersiniz.” diyor. Hadiseler lisân-ı hâl ile bize bunu böyle gösteriyor. Hadîs-i şerîfte de Ebû Eyyûb el-Ensârî Sultanımız, Efendimiz’den böyle rivayet ediyor.

Büyüklerin halini anlatmak, anlatıp da bitirmek kolay değil. Bu zât-ı muhterem bizim âhirette komutanımız, dünyada önderimizdir. Dünyada da başımızın tacı, beldemizin medâr-ı iftihârıdır. Onun ahlâkını örnek alacağız. Kur’an’a, hadîs-i şerîfe, emr-i mârufa, cihada sarılacağız. Allah yolunda malımızla canımızla cihad edeceğiz. Nasıl cihad edelim? Cihad kadro ile olur, cihad edecek insanlarla olur. Onun için insan yetiştireceğiz. Yetiştirdiğimiz insanları da her türlü maddî mânevî teçhizât, bilgi, âlet, edevât ve imkânlar ile destekleyeceğiz. Nerede yetişir böyle insanlar? Dinin, Kur’ân-ı Kerîm’in, hadîs-i şerîflerin okutulduğu yerlerde yetişir.

Dinî müesseleri açan, din mekteplerini kurarak orada vazife gören mektep açamasa bile evini sabaha kadar taliplere, talebelere açık tutup da gece gündüz neşr-i feyz eden hocalara, alimlere, mürşitlere Allah büyük makamlar ihsan eylesin. Biliyorum, o büyük alimler en sıkıntılı zamanlarda, gece gündüz Allah’ın dinini öğretmişlerdir.

Rahmetli Hüsrev Hoca, kimseden çekinmeden, gece gündüz ders anlatır, Allah’ın dinini öğretirmiş. Birisi anlattı: Kadınlar gelmiş; “Hocam bizim başka vaktimiz yok, acaba filanca vakitte gelsek, gece bize ders verir misin?” demişler. “Gelebilirsiniz.” demiş. Büyüklerimiz gece gündüz uykusunu terk ederek, istekliyi kapısından boş çevirmemişler.

Bir müdür arkadaşımız anlattı. Babası oğlu ile yüz göz olmamak için ders vermiyor, bir başka müderris arkadaşına; “Bizim evlada hocalık yap.” diyor. Babası vefat etmiş ama o müderris öyle vefalı, öyle edepli, öyle terbiyeli insan ki; “Babamın dostu o müderris hocam ölünceye kadar, hiçbir hafta bana ders vermeyi aksatmadı. Ben İngiltere’ye gittim, İngiltere’ye mektup gönderdi, dersimi yine verdi.” diyor. İnsan yetiştirmek o kadar önemli...

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiği zaman muhasara etmiş, “Anadolu Hisarı’nın karşısına bir kale daha yapılması lazım.” demiş. Anadolu Hisarı’nı Yıldırım Bayezid Han yaptırmış, Fatih Sultan Mehmed de karşı tarafına bir kale yaptıracak, üç tane paşaya emretmiş, her biri bir burcu yapacak. Üç ay içinde koca Rumeli Hisarı’nı yapmışlar. Neden? “Yetişecek” diye emretmiş.

Çocuklar yetişecek. Bu çocukları biz Türkiye’ye değil, dünyanın her yerine göndereceğiz. Kırgızistan’a, Kazakistan’a, Türkmenistan’a, İran’a, Avustralya’ya, Afrika’ya, Güney Amerika’ya, Kuzey Amerika’ya, Kanada’ya göndereceğiz... Allah’ın dinini yayacağız. Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz’in İstanbul’da işi neydi? Allah yolunda cihad etmek, Allah’ın dinini yaymaktı. Biz de Allah’ın dinini oradan aldığımız nurla, feyizle, ışıkla yayacağız, talebe yetiştireceğiz, destekleyeceğiz, her türlü imkânı vereceğiz, dünyanın her tarafına göndereceğiz. Avustralya’dan müslüman hakim istediler. “Hocam, bize Allah’ın dini ile hükmedecek hakim gönder, maaşını veririz; yeter ki bize Kur’an’a göre hükmetsin.” dediler. Bunu diyen de Budistlikten dönme bir Malezyalı. “Müslüman olarak adalet istemek için İngiliz hakimlere müracaat etmeye utanıyoruz. Bize kadı gönder, hakim gönder, biz ona tâbi olacağız.” diyorlar.

Güney Amerika’da, Güney Afrika’da, dünyanın her yerinde ihtiyaç var. Onları biz yetiştireceğiz ve bizim sadaka-i cariyemiz olacak. Onlar dini yaydıkça bizim defterimize sevap yazılacak. Onun için kesenizin ağzını çok açın... Fatih Sultan Mehmed Han’la yarışalım.


Tarihi ve Tasavvufî Şahsiyetler, İstanbul: Server İletişim, Temmuz 2017, 5. Baskı, s. 59-80.

1. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den nakledilen rivayet için bk. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, V, 315, hadis no: 5414; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, VIII, 200; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, I, 418.

2. Hadis farklı lafızlarla şu sahâbîlerden nakledilmiştir:

  a) İbni Ömer radıyallâhu anhümâ’dan: Humeydî, Müsned, I, 250, hadis no: 783; İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-duafâ, II, 377.

  b) İbni Abbas radıyallâhu anhümâ’dan: Deylemî, el-Müsnedü’l-firdevs, IV, 160, hadis no: 6497; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I, 146, hadis no: 381.

  c) Hz. Ömer radıyallâhu anh’den: Deylemî, el-Müsnedü’l-firdevs, II, 310, hadis no: 3400.

  d. Câbir radıyallâhu anh’den: İbni Mende, el-Fevâid, s. 29, hadis no: 11; İbni Hacer, Lisânü’l-mîzân, II, 137, trc. no: 594.

  e) Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den: Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, II, 275, hadis no: 1346.

3. Enes b. Mâlik radıyallâhu anhümâ’dan nakledilen rivayet için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 155, hadis no: 12517; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, VI, 118, hadis no: 3390; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, X, 66.

4. Söyleyeni bilinmeyen (Lâ edrî) ve hat sanatında en fazla kullanılan bu beytin devamı şöyledir:

  Ravzasın idüp ziyaret dedi Cibrîl-i Emîn

  Hâzihî cennâti adnin fedhulûhâ hâlidîn.

5. Saîd b. Mansûr, Sünen, II, 347, hadis no: 2978; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, XI, 14; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 121, trc. no: 1361. Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 79.

6. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 207, trc. no: 2878 (Abdullah b. Hâris b. Abdulmuttalib b. Hâşim); III, 355, trc. no: 3113 (Abdullah b. Ebû Avf). Bunların ismi Abdüşşems iken Abdullah olarak değiştirildi. Ebû Zabyân Abdullah b. Hâris b. Kesîr’in de asıl ismi Abdüşşems idi. Bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VI, 181, trc. no: 6040; İbni Hacer, İsâbe, IV, 50, trc. no: 4609.

7. Değiştirdiği isimlere örnek: Abdülhacer (Taşın kulu) anlamına gelen ismi Abdullah olarak değiştirmiştir. Bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 227, trc. no: 2927; III, 228, trc. no: 2930 (Abdüluzza ismini Abdullah olarak değiştirdi); V, 120, trc. no: 4799 (Mahşi b. Humeyyir ismini Abdullah b. Abdurrahman olarak değiştirdi).

8. Nedim Divânı’ndan Seçmeler, s. 22.

9. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335, hadis no: 18977; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 38; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, 58, 35; Hâkim, IV, 468, hadis no: 8300; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, VI, 323.

10. Ali Yardım, “Fetih Hadisi Üzerine Bir Araştırma”, Diyanet Dergisi, XIII, sy. 2 (Ankara 1974), s. 116-123. Adı geçen makalenin de yer aldığı, bu konu ile ilgili bir çalışma için bk. İmamzâde Mehmed Es’ad, Değeri ve Tesiri Açısından Fetih Hadîsi ve Feth-i Kostantîniyye, İstanbul 2002.

11. Tirmizî, “Menâkıb”, 59, hadis no: 3865; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, II, 413-414; Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, hadis no: 2243.

12. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 121, trc. no: 1361.

13. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 416, hadis no: 23573; Taberâni, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 119, hadis no: 3855.

14. İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, II, 116; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, XVI, 45.

15. Müslim, “Eşribe”, 171; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 95, 103, 106, 415, hadis no: 20936, 21028, 21061, 23564; İbni Hibbân, V, 448, hadis no: 2094; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 153-154, hadis no: 3984, 3986; Hâkim, III, 520.

16. İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, III, 201; VIII, 58.

17. İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 484; İbni Hayyât, Tabakât, s. 251.

18. Amre binti Ebû Eyyûb için bk. İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, VIII, 449; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 1387.

19. Buhârî, “Nikâh”, 77; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 118, hadis no: 3853; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî, IX, 249.

20. Tirmizî, “Siyer”, 17, hadis no: 1566; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 412, hadis no: 23546; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 182, hadis no: 4080; Hâkim, II, 63, hadis no: 2334.

21. Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk, II, 694.

22. Hz. Ali döneminde Medine’de önce Temmâm b. Abbas, sonra Sehl b. Huneyf, daha sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî vali olmuştur. Bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 424, trc. no: 510; İbni Abdilber, el-İstîâb, I, 59.

23. İbni Ömer radıyallâhu anhümâ’dan nakledilen hadis için bk. Beyhakî, Şuabü’l-îmân, VI, 401, hadis no: 8664.

24. /Bakara, 195.

25. Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh’den nakledilen hadis için bk. Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 23, hadis no: 2512; Hâkim, II, 94, hadis no: 2434; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 99.

26. Benzer ifadeler bulunan hadisler için bk. Tirmizî, “Fiten”, 9, hadis no: 2169; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 388, hadis no: 23349; Beyhakî, Şuabü’l-îmân, VI, 84, hadis no: 7558; a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ, X, 93; Deylemî, el-Müsnedü’l-firdevs, IV, 367, hadis no: 7059.

27. Ahmed b. Hanbel, Fezâilü’s-sahâbe, II, 963, hadis no: 1881; İbni Ebi’d-Dünyâ, Mekârimü’l-ahlâk, s. 442, hadis no: 442; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 125, hadis no: 3876; Hâkim, III, 520, 522, hadis no: 5936, 5941; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, XI, 54-55; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, IX, 537.

28. İbni Sa’d, III, 119, 484; Hâkim, III, 518, hadis no: 5929; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, XVI, 39; İbni Abdilber, el-İstîâb, I, 126; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 121, trc. no: 1361; İbni Hacer, İsâbe, II, 234.

29. Zemahşerî, el-Fâik fî garîbi’l-hadîs, III, 393; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi garîbi’l-hadîs, IV, 839; Hattâbî, Garîbü’l-hadîs, II, 293.

30. Ebû Eyyûb’un tam ismi şöyledir: Hâlid b. Zeyd b. Küleyb b. Sa’lebe b. Abd b. Avf b. Ganm b. Mâlik b. Neccâr el-Ensârî el-Hazrecî en-Neccârî. Bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 121, trc. no: 1361; VI, 22, trc. no: 5714.

31. Ümmü Eyyûb için bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 291, trc. no: 7372.

32. Enes b. Mâlik radıyallâhü anh’den nakledildi: “Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.” Bk. Tirmizî, “İlm”, 14.

33. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 150, hadis no: 3973; Beyhakî, Şuabü’l-îmân, VI, 486, hadis no: 9000; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, X, 492.

34. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 415, hadis no: 23567; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, IV, 117.

35. Buhârî, “İsti’zân”, 9; Müslim, “Birr”, 25; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 55, hadis no: 4911; Tirmizî, “Birr”, 21, hadis no: 1932; Mâlik, “Husnü’l-huluk”, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 416, hadis no: 23575.

36. 8/Enfâl, 46

Makale “Ebû Eyyûb el-Ensârî” Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rh.a.)