Demek ki sizler ve bizler, hem kendimiz öğreneceğiz hem de çoluk çocuğumuza, hükmümüz altında olan insanlara Kur’ân-ı Kerîm'in okunuşunu öğreteceğiz! Bir de anlamını, ahkâmını, tefsirini öğreneceğiz ki, mucebince amel edelim! Allahu Teâlâ hazretleri ne buyurmuşsa, buyruğunu tutalım! Neyi yasaklamışsa, yasakladığından kaçınalım! Böylece rızasını alalım, cennetine girelim, rıdvân-ı ekberine vâsıl olalım... Böylece inşaallah Kur’ân ehli insanlar çoğalır. Dinimiz kuvvetlenir, yayılır. Allah'ın dini cihana hâkim olur. Allah'ın dini hâkim olunca, ilim, irfan, ahlâk, merhamet, insanlık hâkim olur. İnsanlar, âlem-i İslâm, hatta bütün cihan, bütün insanlar böylece saadete ererler.
Kur’ân-ı Kerîm, yeri göğü yaratan, insi cinni var eden, âlemlerin rabbi Allahu Teâlâ hazretlerinin kelâm-ı kadîmidir. Bu bakımdan son derece önemlidir, konu son derecede ciddîdir.
Allahu Teâlâ hazretleri lûtfuyla, keremiyle, rahmetiyle, insanoğlunu yarattığı zamandan beri rehbersiz, irşadsız bırakmamıştır. İlk insan Âdem (as), aynı zamanda ilk peygamberdir.
Asırlar boyunca, insanoğulları var oldukça, yaşadıkça, onlar doğru yolu görsünler, bulsunlar, iyi kulluk yapsınlar; birbirleriyle insanî münasebetleri güzel olsun, hem dünyaları hem ahiretleri mamur olsun diye, Allahu Teâlâ hazretleri nice seçkin kullarını, yüksek kullarını, pür-nur mübarek kullarını peygamber göndermiştir.
Bu peygamberlerin evveli Hazreti Âdem (as) atamızdır. İbrahim (as), o mübarek peygamberlerin tanıdıklarımızdan, Kur’ân-ı Kerîm'de hakkında bilgiler verilen mübareklerinden birisidir. Nuh (as), sevdiğimiz peygamberlerimizden bir tanesidir. Musa (as), Harun (as) sevdiğimiz peygamberlerdendir. İsa (as) sevdiğimiz peygamberlerdendir.
İslâm o kadar güzel ki, bütün insanlığı kucaklıyor. Bütün insanların büyük çoğunluğunun inandığı mübarek kimselerin mübarek olduğunu, kutsal olduğunu, iyi olduğunu bildiriyor ve biz onları seviyoruz. Ne kadar güzel. Hz. Musa’yı seviyoruz, Hz. İsa’yı seviyoruz. Musa (as)'a indirilen vahiylere, İsa (as)'a indirilen vahiylere iman etmişiz. Ne kadar güzel!..
Bu peygamberlerin sonuncusu; ahir zaman peygamberi, efendimiz, serverimiz, önderimiz Muhammed Mustafa (sav)'dir.
Ama başka dinlerin mensupları hem birbirleriyle çekişme içindeler hem de bizim peygamberimize inanmadıkları için çok büyük bir hata işlemiş oluyorlar. Çünkü Âdem (as)’ı yaratan ve asırlar boyu nice peygamberler gönderen Allahu Teâlâ hazretleri, en son peygamber olarak, ahir zaman peygamberi olarak Peygamber-i zîşânımızı göndermiş ve bundan önceki peygamberlere inen melekler ona da inerek, vahiy yoluyla Allah'ın emirlerini, yasaklarını getirmiştir.
Böylece vahyin şiddetine dayanılması, Efendimiz'in gönlünün kuvvetlenmesi, hükümlerinin, konularının iyi anlaşılması, âyetlerinin ezberlenmesi ve hayata geçirilip uygulanması da kolay olmuştur. 23 yılda indirilmesi büyük bir hikmettir.
Tabii hemen hatırlatalım, 610'la 632 arası 22 yıl eder ama miladi sene ile hicri sene arasında fark olduğundan, birisi 365 birisi 354 gün olduğundan, 11 günlük fark böyle senelerce birikince, ikisi arasında yıl farkı meydana getiriyor. Hicri 23 yılda indirilmiş, yani 40 yaşında peygamberlik gelmiş, 63 yaşında irtihal-i dâr-ı beka eyleyinceye kadar vahiy devam etmiştir Peygamber Efendimiz'e...
Biliyorsunuz vahiy denilen olay, başkalarının da görebildiği, hissedebildiği, insanın duyularını zorlayan şiddetli bir olaydır. Peygamber (sav) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, arı vızıltısına benzeyen bir ses duyulurdu. Bunları bilmek önemli, zamanımızın insanları bunları daha iyi anlarlar. Peygamber Efendimiz'e değişik bir hal gelirdi. Terlerdi, mübarek terleri alnında boncuk boncuk görünürdü. Mesela devenin üzerinde iken vahiy gelse, deve bu vahye dayanamaz ve çökmek zorunda kalırdı. O dayanıklı, kuvvetli çöl hayvanı yere çökerdi.
Bir başka olay benim dikkatimi çekmiştir. Peygamber Efendimiz ashabı ile topluca sıkışık bir vaziyette otururken vahiy geldi. O zaman Peygamber Efendimiz'in dizinin değdiği bir kişi çok ıstırap çekti, sanki dizi ezilecek, dağılacak, parçalanacak gibi oldu.
Yani bu vahiy denilen, Allahu Teâlâ hazretlerinin Cebrail (as)'la Peygamber Efendimiz'e gönderdiği ahkâmın gelişi, böyle çevreyi de etkileyebilen bir şekilde olurdu, görülebilen bir şekilde olurdu.
Biliyorsunuz Kur’ân-ı Kerîm sûrelerden, sûreler de âyetlerden meydana gelmiştir. Müstakil bir varlığı olan Kur’ân-ı Kerîm parçalarına âyet denilir. Bu ismi hep duyduk. Kur’ân-ı Kerîm âyetleri diye duymuşsunuzdur. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerine, bu küçük parça harf veya kelime gruplarına âyet denilmesi, Allahu Teâlâ hazretlerinin bizzat kendisi tarafındandır. Âl-i İmran sûresinin baş tarafında Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:
Hüvellezî enzele aleykel-kitâb1
“O Allah'tır ey Rasûlüm, senin üzerine bu Kur’ân-ı Kerîm'i indiren.”
Minhü âyâtün muhkemâtün… Ve uharu müteşâbihât2
“Bu indirilen âyetlerin bir kısmı muhkem âyetlerdir… Bir kısmı da insanların anlayamayacağı esrarlı, rumuzlu âyetlerdir." Muhkem, tahkim edilmiş, kuvvetli, manası hemen, aşikâr anlaşılabilen, kendisinden hüküm çıkarılabilen âyetlerdir.
Buradan anlıyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’in indirilen bu küçük parçalarına âyet ismini veren bizzat Allahu Teâlâ hazretleridir. Çünkü burada minhü âyâtün muhkemâtün… ve uharu müteşâbihât buyuruluyor.
Bu Kur’ân-ı Kerîm âyetleri çoklukla ibretli, hikmetli, anlamlı bir cümledir. Bizim cümle sözünden anladığımız dilbilgisi kurallarına göre bir cümledir. Fakat bazen anlamı iyi anlaşılamayan rumuzlu, müteşâbih birkaç harf de âyet olabilir. Mesela böyle âyetlerden, sizin de hemen hatırlayacağınız bazılarını söyleyeyim: Elif, lâm, mîm. Kur’ân-ı Kerîm'in ilk süslü baş sayfasında, Fâtiha ile Bakara sûrelerinin olduğu sayfada, Bakara sûresinin ilk âyeti nedir? Elîf, lâm, mîm; üç tane harf... Sonra Mesela: Hâ, mîm... Mesela: Tâ, hâ... Mesela: Yâ, sîn... Mesela: Kâf, hâ, yâ, ayn, sâd... Ayn, sîn, kâf… Tâ, sîn, mîm...
Bunlar birer harf grubudur; iki harf veya daha fazla harftir. Nedir mahiyeti? Esrarlı, bazı duyumlar, bazı rivayetler var. Ama sonuç itibariyle harftir ve âyettir.
Demek ki âyet, en küçük böyle rumuzlu harfler olabilir. Bunlara hurûf-ı mukattaa deniliyor. Tek tek böyle söylenen harfler -bir cümle, bir kelime değil yani- de âyet olabiliyor. Esrarını, rumuzunu Peygamber-i zîşânımız Efendimiz biliyor. Ama herkes bilmiyor.
Ashabdan bazı kimseler müteşâbih âyetleri, bazı izahlarda bulunarak açıklamışlarsa da çoğu esrarını muhafaza etmektedir.
Bazen âyet-i kerîme bir tek kelime olur. Mesela, er-Rahmân. Bu bir âyettir. Alleme’l-Kur'ân, "Kur’ân-ı Kerîm'i öğretti." ikinci âyetidir Rahmân sûresinin. Mesela, el-Kâriah, bir kelime. Mesela, Ve’d-duhâ, birinci âyettir, Ve’l-leyli izâ secâ, ikinci âyettir. Mesela, el-Hâkkah, bir kelime. Mesela, Sümme nazara. "Sonra baktı." Burada iki kelime var. Mesela, Müdhâmmetân, uzatmalı, medli tek bir kelime Rahmân sûresinde. Mesela Fâtiha'da, Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn, bir âyet, er-Rahmâni’r-Rahîm, bir âyet.
Demek ki, âyet ille cümle olacak diye bir kural yok. Bazen âyet bir tek kelime olabilir, hatta rumuzlu birkaç harf olabilir. Bazen de birçok kelimeden veya cümleden oluşan uzun bir cümleler topluluğu olabilir. Mesela Âyetel-Kürsî bir âyettir. Okuduğumuz zaman, bayağı uzunca biliyorsunuz.
Kur’ân-ı Kerîm'in en büyük âyeti, bir büyük sayfa tutan âyet-i müdâyenedir. Bakara sûresinin sonunda, Amene’r-rasûlü'den bir sayfa önceki âyet-i kerîmedir. Borçlanmanın ahkâmını, borçluların, alacaklıların bunu nasıl tespit edeceğini bildiren uzun bir âyettir. Şahitler tutulacak, şahitler iki tane olacak. Eğer şahitlerden bir tanesi erkek olursa, o zaman iki tane kadın şahit daha olacak. Şahitler tehdit edilmeyecek, baskı altında olmayacak. Uzun uzun izahat, bir tek âyette yapılıyor.
Âyetlerin birbirinden ayırım işaretleri vardır, fasılaları vardır. Fasıla, fasleden yani ayıran demektir. Kur’ân-ı Kerîm basmalarında ve yazmalarında, bazen buralara âyetin numarası yazılır. Kaçıncı âyet olduğunu bilmek bakımından, o da iyi bir şey.
Âyetlerin sayısı… Tabii böyle önemli, büyük konularda, bu kadar hacimli bir kitabın âyetlerinin sayımında âlimlerin görüşlerinde bazı küçük değişiklikler olabilir. Bizim kendi din tarihimizde, Orta Asya'dan Ortadoğu'ya, Hindistan kıtasına, Osmanlı bölgesine, bugünkü Türkiye’mize kadar ehl-i sünnet ulemasının kullandığı Kur’ân-ı Kerîm baskıları ve yazmalarında âyetlerin sayısı, bugün okuduğumuz Kur’ân-ı Kerîm'deki numaralamaya göre 6236’dır.
Bazı arkadaşlara soruyorum, "Kur’ân-ı Kerîm kaç âyet?" diye; "6666" diye, dört tane altıyı sıralıyorlar. Bu doğru değildir, gerçekleri yansıtmıyor. Kur’ân-ı Kerîm'in âyet sayısı 6236'dır.
Biliyorsunuz inen âyetler, tarifleri kolay olsun diye çeşitli yönlerden sınıflandırılmışlardır. Peygamber (sav) Efendimiz zamanından beri yapılan bir bölümleye göre, âyetler Mekkî ve Medenî olarak ikiye ayrılır. Hangileri Mekkî sayılır, hangileri Medenî sayılır diye farklı izahlar var. Ama en kuvvetli, yaygın görüşe göre hicretten önce inen âyetlere Mekkî âyetler denir. Hicretten önce, Peygamber Efendimiz henüz daha Medine-i Münevvere'ye hicret etmemiş, Mekke'de. Mekkî zaten Mekkeli demek... Hicretten sonra inen âyetlere ise Medenî denir, yani Medine-i Münevvereli demek ama ille bu âyetlerin Medine-i Münevvere'de inmesi şartı yoktur. Hicretten sonra inmiş olan âyetlere, Medine'de inmese bile Medenî, yani Medine-i Münevvere’de bulunma devresinde inen âyetler, denilmiştir.
Mekkî âyetlerin özellikleri, daha ziyade imana yönelik, kısa cümleli, heyecan dolu âyetlerdir. Medine-i Münevvere devresine ait âyetler ise, uzun ve hüküm bildiren; beşerî, siyasi, içtimai, ticari ahkâmı bildiren, emir ve hüküm âyetleri oluyor diye biliyoruz.
Önemli olan bir başka mesele de, bu âyetler, Kur’ân-ı Kerîm'de Peygamber Efendimiz'e nüzul, iniş sırasına göre sıralanmamıştır. Sıra ilâhî emre ve işarete göredir, tevkîfîdir; yani keyfî veya tarihî değil, tevkîfî sırası vardır.
Bu şu demektir. Bir âyet-i kerîme kümesi, birkaç âyet-i kerîmeden ibaret bir vahiy geldiği zaman, Peygamber Efendimiz bu gelen vahiylerin, âyetlerin nereye konulmasını gerektiğini, hangi âyetin arkasına, hangi sûrenin içine konulması gerektiğini bildirmiştir; öyle oraya konulmuştur.
Biliyorsunuz, âyetlerden oluşan daha büyük Kur’ân-ı Kerîm bölümlerine sûre denilir. Eskiden şehirlerin etrafına müdafaa için duvarlar yapılırdı, bunlara sur denirdi. Sûre kelimesi de bununla ilgilidir. Sur demektir veya yüksek mevkî, şerefli menzile anlamına alınmıştır. Yani bu sûreler şerefli olduğundan Kur’ân-ı Kerîm diyoruz, âyet-i kerîme diyoruz. Kerîm; soylu, asil demek... Sûre de müstakil bir Kur’ân bölümü olmak şerefinden dolayı bu ismi almıştır.
Bir de Arap dilini bilenler, tarihini inceleyenler aşinadır meseleye... Birçok kavram hayattan alınmıştır, somut şeylerden alınmıştır. Sonra soyut kavramlara isim olmuştur. Mesela netice diyoruz, sonuç manasına. Netice aslında, Arapların deve yavrusuna verdikleri isimdir. Devenin doğurduğu yavruya netice denir, doğmuş manasına netice denir. Oradan sonuç anlamında kullanılmış. Sonuç kavramı için neticeyi biz de kullanıyoruz. "Bu işin neticesi..." diyoruz. Deve yavrusu demek değil tabii; sonucu demek.
Âyet, gözle görülen büyük alâmet demek. Büyük binalara, konak filân gibi çarpıcı binalara da âyet denir. İnsanın aklını etkileyen büyük olaylara da âyet denir. Bu büyük binalara âyet denildiğinden, Kur’ân-ı Kerîm'in o parçalarına âyet ismi verildiğini düşünürsek, sur da şehri temsil ediyorsa; demek ki sûreler şehirler gibi, âyetler de o şehirdeki şerefli konaklar gibi... Bu manalar düşünülerek Kur’ân-ı Kerîm'in küçük parçalarına âyet denmiş, büyük kısımlarına, kümelerine sûre denmiş oluyor. Böyle bir benzetmeden çıkmış olabilir.
En küçük sûre, üç âyetten müteşekkildir; İnna a’tayna ke’l-kevser. Kevser sûresi, Asr sûresi üç âyettir. İhlâs sûresi dört âyettir. En büyük sûre de, hemen Fâtiha'dan sonra Elif, lâm, mîm diye başlayan Bakara sûresidir. O da 286 âyettir, elli sayfa kadar devam eder. Yani sûrelerin de muhteviyatları, hacimleri farklıdır; kimisi büyüktür, kimisi küçüktür. Bunlar da yine emre, ilâhî işarete göredir.
Peygamber Efendimiz gelen âyetleri, "Şu sûrenin falan yerine yerleştireceksiniz! Şu, şuraya konulacak!" diye açık ve kesinlikle bildirmiştir.
Mesela ilk inen âyetler, Peygamber Efendimiz Hıra Dağı'nda iken İkra sûresinin ilk âyetleridir. Vahiyle ilk defa orada karşılaştı Peygamber Efendimiz, Cebrail (as)'ı o devrede gördü. İlk inen âyetler, İkra sûresinin tamamı değildir, başındaki beş âyettir.
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. İkra' bismi Rabbi kellezî halâk. Haleka’l-insâne min alâk. İkra' ve Rabbüke’l-ekrem. Ellezî alleme bil-kalem. Alleme’l-insâne mâlem ya'lem.3
Bunlar inmiştir ama sûre bunlardan ibaret değildir. Aşağı doğru devam eder, aşağıda secde âyeti vardır. Onlar sonradan indiği halde, Peygamber Efendimiz, şunun arkasına şöyle yerleştireceksiniz, dediği için oraya yerleştirilmiş ve böylece birkaç zamanda inen âyetler bir sûre teşkil etmiştir.
Bunların önemi çok büyüktür. O bakımdan Kur’ân-ı Kerîm’in açıklaması yapılırken, âyet kümeleri, mana bakımından bir küme, birlik teşkil eden âyetler izah edilir. Ama sûrenin devamında bir başka konuya geçebilir, sûrenin devamında konu değişebilir. Yani ille bir sûrenin bir konuya ait olması diye bir durum söz konusu değildir.
Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiram, sûreleri birbirlerinden ayırmak için, birbirlerine anlatmak için onlara isimler vermişlerdir. Bazen bu isim bir tanedir, bazen müteaddit, pek çok isimleri olabilir bir sûrenin. Mesela Bakara sûresi diyoruz, mesela Rahmân sûresi diyoruz. Bu isimler, ya sûrenin içindeki önemli konulardan dolayıdır. Mesela Bakara sûresinde, Benî İsrâil'in Allahu Teâlâ tarafından kesilmesi emredilen bir kurbanı, ineği kesmekteki tereddütleri anlatıldığından Bakara sûresi denilmiştir.
Bir inek kurban kesilecekti. Çünkü çevresindeki kavimler ineğe tapıyorlardı. Kesilmesi lazımdı, onun Allah'ın bir yaratığı olduğu ve insanların hizmetinde olduğu, tapınmaya layık olmadığı anlaşılsın diye. Ama o zaman Benî İsrâil onu kesmekte zorlanmış. Çünkü kalıntılar var eski inançlarından...
Allahu Teâlâ hazretleri kesilmesini buyurmuş, Musa (as) kesilmesini emretmiş. Onun için, 286 âyetlik o sûreye Bakara sûresi denilmiş. Yani bu ineğin kurban edilmesi olayının anlatıldığı sûre demek oluyor. Halbuki bu elli sayfalık, iki buçuk cüzlük Kur’ân-ı Kerîm sûresinde, çok değişik konular da vardır... Kur’ân-ı Kerîm'de sûrelerin isimleri demek ki konusuyla ilgili olabilir. Başladığı ilk kelime ile ilgili olabilir.
Mesela Tebâreke sûresi diyoruz, Tebârake’l-lezî bi-yedihi’l-mülk diye başladığı için. Aynı sûrenin Mülk sûresi diye de adlandırılması vardır. İmanı bütün safiyetiyle anlattığı için, katıksız, hâlis muhlis imanı anlattığı için Kul huvallâhu ehad sûresine İhlâs sûresi denmiştir. Kevser anlatıldığı için, İnnâ a'taynâ ke’l-kevser diye başlayan sûreye Kevser sûresi denmiştir. Mesela Kul huvâllah, Kul eûzü bi-Rabbi’l-felak, Kul eûzü bi-Rabbi’n-nâs; bu üç sûreye Muavvizât denmiştir. Sondaki iki sûreye Muavvizeteyn denmiştir.
Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’deki sûre başında ayrı bir çerçeve içine, başlık çerçevesi içine yazılır. Ve çerçeve içindeki bu isimler Kur’ân-ı Kerîm'den değildir. Yani Kur’ân-ı Kerîm'in o bölümünün bilinmesi içindir. Burada sûrenin adı, âyet sayısı, Mekkî veya Medenî oluşu yazılmıştır ama bilgi olsun diye yazılmıştır. Yani vahiy olduğu için değil.
Mesela: “Suretü’l-Bakarah, Bakara sûresi. Medeniyyetün, Medine devresine ait âyetlerden müteşekkil bir sûre. Ve hiye sittîn ve semânine ve mietâni ayeh, O iki yüz seksen altı âyettir." diye başlıkta bunlar yazar. Tabii her başlıkta ille bunlar yazılsın diye bir mecburiyet yok. Sadece sûre ismini yazıp öylece geçen baskılar da vardır. Bizim kullanmakta olduğumuz Kur’ân-ı Kerîmlerdeki durumu söylüyorum. O başlıklar Kur’ân-ı Kerîm'den değildir.
Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, hazerde veya seferde, yani şehirde otururken veya seyahat halindeyken veya savaş halindeyken, nerde inmişse derhal o zamanda yazılmıştır. Peygamber Efendimiz'e vahiy gelince, vahiy kâtipleri onu Efendimiz'in emri üzere hemen yazıya geçirmişler ve hemen ezberlemişlerdir. Arapların o zekâsı, hafıza kuvvetiyle bir anda aşk ile, şevk ile, inen âyetler ezberlenmiştir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm hâfızları çoktu Peygamber Efendimiz'in zamanında.
Hazreti Ali Efendimiz, vahiy kâtiplerinden birisiydi. Yani vahiy geldiği zaman yazanlardan, yazıyı bilen bir büyüğümüz. Mesela İstanbul'da kabri bulunan Ebû Eyyub El-Ensârî, vahiy kâtiplerinden biriydi ve hâfızdı aynı zamanda. Sonra o zaman kurrâ denilen bu hâfızlar –kurrâ, kıraat ilminde maharet kazanmış- savaşlarda şehit olmaya başlayınca, bir tehlike belirdi. "Bunları bilenler azalırsa o zaman tehlike olur." diye Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz (ra) zamanında ilmî bir heyet kuruldu ve Kur’ân-ı Kerîm bir cilt haline, bir mushaf haline getirildi heyet tarafından. Halka da okunarak, herkes tarafından tasvip gördü.
Hazreti Osman (ra) zamanında bu ana nüshadan, yani bir cilt haline getirilmiş Kur’ân-ı Kerîm'den yeni nüshalar yazılarak genişleyen İslâm diyarlarına, çeşitli vilayet merkezlerine bu Kur’ân-ı Kerîmler gönderildi. Bunların bazıları hâlen elimizde mevcuttur, müzelerde muhafaza edilmektedir. Mesela Hazreti Osman Kur’ân-ı Kerîm okuyordu, o sırada şehit edilmişti. Şehit edilirken kanlarının sıçramış olduğu Kur’ân-ı Kerîm nüshası bile, o kan izleriyle şu anda müzede elimizdedir. Bizim Topkapı Emanât-ı Mukaddese dairemizde... Ne mutlu, ne güzel! Hazreti Ali Efendimiz tarafından yazılı bir Kur’ân-ı Kerîm nüshası vardır; bu çok büyük bir mutluluk vesilesi...
Kur’ân-ı Kerîm hiç bozulmadan yazılmış ve Peygamber Efendimiz'in zamanından bu zamana kadar korunmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri, kendisi vaat etmiştir,
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. İnnâ nahnü nezzelne’z-zikra ve innâ lehû lehâfizûn.4 "Kur’ân-ı Kerîm'i biz indirmekteyiz, biz indiriyoruz, biz indirdik ve onu biz koruyacağız."
Yani kıyamete kadar Kur’ân-ı Kerîm korunacak, ahkâmı bilinecek. Hadis-i şeriflerde bildiriliyor ki, ahir zaman geldiğinde, yani dünyanın bozulması, kıyametin kopma zamanı geldiğinde, "Kur’ân-ı Kerîm âyetleri böyle vızıldayarak uçacak." Bu bir hakikat de olabilir. Yani Allahu Teâlâ hazretleri kâdirdir. Kur’ân-ı Kerîm'in âyetleri, bozulmuş olan insanlığın arasından çekilip alınacak. Ya da Kur’ân-ı Kerîm'in ahkâmına hiç kimse kulak asmamağa, Allah'ın emirlerini dinlememeğe başlayacak, diye bir işaret de olabilir.
Yani kıyamete kadar Kur’ân-ı Kerîm korunacak. Korunacağı Allah tarafından bildirilmiş. Bu Kur’ân-ı Kerîmler ilk önce ellerindeki mevcut malzemeyle yazılmıştır. Ashâb-ı kirâmın elinde bez varsa beze, deri varsa deriye; mesela geniş bir hayvan kürek kemiği varsa, kürek kemiğinin -düz olduğu için- üstüne; çeşitli böyle kâğıt diyebileceğimiz üzerine yazılabilen malzeme varsa, onlara yazılmıştır.
Eski yazılar, eski Kur’ân-ı Kerîm nüshalarındaki yazılar kûfî dediğimiz köşeli yazılardır. Bir de Hicaz kûfîsi yahut ma'kılî yazı ile yazılmıştır o zamanın en eski metinleri. Tabii o metinlere baktığımız zaman, şimdiki Kur’ân-ı Kerîmlerde gördüğümüz harf noktaları ve harekelerin olmadığını görürüz. Onları okumak mütehassısların işidir. Herkes okuyamaz. Te üstte iki noktalıdır, se üç noktalıdır, cim ortasında bir noktadır. Bunları bulmuşlar ve kullanmışlardır. Bunları icat etmişler ve kullanmışlardır.
Tarihteki eski mushaflara baktığımız zaman, onların sayfa büyüklükleri ve bir sayfada bulunan satır sayısı çok değişiktir, farklı farklıdır. Sonradan bunların tarih boyunca düzene sokulduğunu gözüyoruz. Yazı düzene girmiştir. Eskiden de güzel yazılar vardır, sonradan da ama yazılış düzene girmiştir. Ve tecrübeye dayanarak tertip mükemmelleştirilmiştir.
Okunma ve ezberlenme kolay olsun diye de Kur’ân-ı Kerîm çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm'in kendisi bir çerçeve içine alınmış, bunlar çerçevenin dışında gösterilmiştir. Mesela Kur’ân-ı Kerîm otuz cüze ayrılmıştır. Otuz cüz. Mesela Amme cüzü diyoruz, Amme sûresiyle başlayan bu otuzuncu cüzdür. Fâtiha'yla başlayan ilk, birinci cüzdür.
Bu otuza ayırmak neden olabilir? Her gün bir bölümü okunsun da bir ayda tamamlansın, otuz günde Kur’ân-ı Kerîm okunması tamamlansın diye otuza bölmüşler. Hadis-i şerifleri okuyacağım sohbetimin sonunda. Bazen yedi bölümlü Kur’ân-ı Kerîmler vardır. Şimdiki Kur’ân-ı Kerîmlerin bir yerinde, yedi tane bölüm işaret edilmiştir. Bu yedi bölüme menzil denilir. Bu da bir haftada okunmak maksadıyla bir bölümlenmedir.
Bizde bu otuz cüzden her cüz dört rubûa ayrılmıştır. Rubu', biliyorsunuz, çeyrek demek, dörtte bir yani. Böylece Kur’ân-ı Kerîm'de yüz yirmi rübu' var, bizim [elimizdeki baskılarda.] Ayrıca sayfalara bakarsak, yani bir okuma bütünlüğü, anlam bütünlüğü olan âyetler tamamlandığı zaman bir ay işareti konmuştur. "Kur’ân-ı Kerîm'i eğer imam namazda okuyorsa işte burada anlam tamam oluyor, burada rükû edebilir." diye rüku' kelimesinin son harfi olan ayından gelmiş olabilir. Yahut da aşr dediğimiz sözün ayınından gelmiş olabilir.
Araplara gelince… Mesela son Kur’ân-ı Kerîm baskısı… Hacılar hac ve umre yaptığı zaman dönüşte veriyorlar. Onlar otuz cüz bölümlenmesini kullanıyorlar ama her cüzü iki hizbe ayırıyorlar. Böylece Kur’ân-ı Kerîm'de altmış tane hizb oluyor, onların bölümlemesine göre. Her hizbi de dört parçaya ayırıyorlar. Her biri şöyle; rubuuhizb, nisfuhizb, selâsetüerbaahizb diye geçiyor. Yani ilk çeyrek, yarım, ikinci çeyrek, üç çeyrek ve tamamı olmak üzere. Böylece altmış hizbi dörtle çarparsak iki yüz kırk tane hizb oluyor. O da bir bölümleme.
Demek onu ezberlerken filân öyle bölümlemeyi uygun görmüşler. Onların Kur’ân-ı Kerîm çalışması, okuma âdetleri öyle. Âyetler, içlerinde, okurken nerede durulursa anlam bakımından iyi olur, nerede durulursa mana bozulur, nerede durmak câizdir, nerede durmamak lazımdır, diye duraklamaya yerlerinin vasfını belirten işaretler de taşırlar. Mesela; ( م ) mim, mutlaka durulması gereken yerdir; (ط ) tı durulabilen yerdir; (ج) cim câiz olan yerdir ama (لَا ) lâ durulmaz. (ق) Kaf ve ( ) kıf gibi şeyler vardır... Çeşitli duraklama işaretleri kullanılmıştır. Bunlara hurûf-u secâvendiye deniliyor. Bunlar da Kur’ân-ı Kerîm'in güzel okunması, anlam bütünlüğü içinde okunması bakımından faydalı işaretlerdir.
Okunuş hatalarını engellemek için med ve kasır işaretleri de kullanılmıştır bizim elimizdeki Kur’ân-ı Kerîmlerde. Aynı harflerle yazılan heceler bazen uzun, bazen kısa okunur. Bunu Arapça bilenler kendileri çıkartırlar ama Arapça bilmeden Kur’ân-ı Kerîm okuyanlar için böyle bir işaret gerekmiştir.
Mesela (أُولَئِكَ ) ülâike'de elif, vav, lâm, hemze kürsüsü, kef vardır. Eliften sonra vav olduğu halde burada "ûlâike" okunmaz, "ülâike" okunur, elif kısa okunur. Böyle bir âdet. Onun için bunun üstüne kısa okunacak diye bir kasır işareti konulmuştur. Ona benzeyen kelimeler var. Mesela, ( أُولَاتِحَمْلٍ ) ulâti haml, yani “hamile olan hanımlar” manasına gelen. Orda أُولَاتِحَمْلٍ ulâti haml mesela kısa. Bazı uzun olan yerde de med işareti kullanılmıştır. Bunlara da med ve kasır işaretleri diyoruz.
Baskı hatalarını engellemek için, keyfî baskılar, ticari baskılar yapılıp da Kur’ân-ı Kerîm'in ciddiyetine halel gelmesin diye, bozuk nüshalara yer vermemek için, tedkîk-i mesâhif heyetleri kurulmuştur. Kur’ân-ı Kerîmleri tetkik eden heyetler... Bunlar çok titizlikle çalışmışlardır. En küçük bir işaret bozukluğunu, hareke bozukluğunu dahi hemen düzelttirirler, bastırtmazlar ve onu piyasaya sürdürmezler. Mühür vururlar. Bu da Kur’ân-ı Kerîm'e saygıdan kaynaklanan bir titizliktir.
Bir de Kur’ân-ı Kerîm'in hattının yani yazısının çok güzel yazılması meselesi vardır. Osmanlılar aşk ile şevk ile bu işi yapmışlar, geliştirmişlerdir. Bizde mesela en çok tutulan Kur’ân-ı Kerîmler, Kayışzâde Hâfız Osman tarafından yazılmıştır. Hâfız Osman hattı diyoruz. Sonra Kadırgalı Hasan Rıza Efendi hattı diyoruz. Bunların yazıları çok beğenilmiştir.
En makbul, hâfızların kullandıkları nüshalar, baskılar, med ve kasırlı, âyetberkenâr meşhur hattatlar tarafından yazılmış nüshalardır. Âyetberkenâr ne demek? Yani Kur’ân-ı Kerîm'in sayfa satırlarının düzenli tutulması, âyetin yarıya dek kesilip öbür sayfaya taşmaması, sayfanın sonunda bitirilmesi hususundaki titizliği gösterendir. Yani âyetler öyle sayfalardan taşmıyor. Sayfa sonunda bir istisnasıyla bitiyor demektir.
Yakın zamanda basılmış Kur’ân-ı Kerîm nüshalarına da bakıyorum. Genç hattatlar içinde de - Allah razı olsun- bana kendi yazdıklarını hediye edenler vardır. Çok güzel yazanlar, çok başarılı hattatlar vardır. Uluslararası ödül kazanmış olanlar vardır, Allah razı olsun...
Hint kıtası âlimleri yani Pakistan, Doğu Afganistan, Hindistan... Oralarda yetişmiş çok büyük âlimler, tarih boyunca dinî ilimlere çok emek sarf etmişler. Oralarda çok değerli, tertipli, böyle yan malumatı, takviye edici malumatı çok güzel verilmiş mealler yazılmış, güzel baskılı Kur’ân-ı Kerîmler görüyorum. Onlardan bazıları kütüphanemde var. Baskıları gayet güzel. Fakat onların yazıları bizim alıştığımız, gözümüzün sevdiği yazı üslûbundan farklıdır. Bizimkiler sanki bize daha zarif, daha ince, daha kıvrak, güzel yazılmış gibi geliyor.
Suud'da basılan son nüshalar bizim geleneksel bazı işaretlerimizi kullanmadıkları için, halkımız tarafından okunurken bazı zorluklar çıkartabiliyorlar. Mesela çekme işareti dediğimiz meddi gösteren işaretler onlarda yoktur. Mesela, Sümme leâtiyennehüm. "Aaa" uzatılmasını, biz bir çekme işareti yaparak, leâtiyennehüm okuturuz. Ama onlar bunu koymuyorlar, lâmelif'in üstüne bir hemze yerleştiriyorlar, hemzeden sonra elif uzatma yapacak diye. Tabii lâm da olduğu için, hemzeyi oraya yerleştirmek kolay olmadığından onu leâtiyennehüm okumakta zorluk çekiliyor. Bir çekme işareti kullanmıyorlar.
Ama onlar, hatt-ı Osmânî dediğimiz, yani Hazreti Osman zamanında kelimeler hangi harflerle yazılmışsa, aynen o harflere riayet ederek Kur’ân baskısına önem vermek bakımdan daha titiz davranmışlardır. Bizimkilerde, hatt-ı Osmânî'ye ilave bazı harfler ekleyerek okumayı kolaylaştırmak düşünülmüştür. Hatt-ı Osmânî, Hâfız Osman Hattı demek değil. Onların önem verdiği, Hazreti Osman zamanında yazılan ana nüshalardaki yazılışa uygunluk titizliği. Bu daha güzel bir şeydir...
Dünyanın çeşitli ülkelerinde, çeşitli Kur’ân baskıları yapılıyor. Bazıları da kafayı karıştırmak için kendi fasit, fâsık, fâcir itikatlarına uygun olarak bazı kelimeleri çıkartarak Kur'ân baskısına kalkışıyorlar, çeşitli iddialarla, yeni birtakım şeylerle... Tabii Kur'ân konusunda Müslümanların titiz olması lazım! Mühürlü, güzel Kur’ân-ı Kerîm nüshaları kullanmaya çalışmaları lazım! Âlimlerin tavsiye ettiği Kur’ân-ı Kerîmleri okumaları lazım.
Âyetler, birtakım olaylar, hadiseler üzerine nâzil olmuştur. Yani ne oldu da onun üzerine bu âyet indi? Bunları bilmekte büyük fayda vardır. Bu işin sebeplerine esbâb-ı nüzul denir. Yani âyetin nüzul sebebi...
Âlimler Kur’ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında fevkalâde faydalı olan bu bilgileri dikkatle toplamışlardır. İslâm tarihi içinde, Kur’ân tarihinin bir bölümüdür bu esbâb-ı nüzul. Bu konuda büyük müstakil eserler yazmışlardır. Müfessirler de âyetin hangi sebeple indiğini anlatmışlardır.
Tabii âyetin özel bir sebeple, bir hadise üzerine inmiş olması, hükmünün genelliğini engellemez. Yani hüküm umumidir, çünkü emir umumidir. Ama "şu olay üzerine inmiştir" deyince, daha iyi anlaşılır Kur’ân-ı Kerîm, bazen de yanlış anlama engellenir.
Nitekim Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz'in de bulunduğu bir savaşta, kahramanlardan bir tanesi düşmana saldırdı, çarpıştı çarpıştı, şehit düştü. Arkadan bakanlar da dediler ki: "Bak bu kendisini doğrudan doğruya tehlikeye attı. Şehit oldu. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm'de, Velâtülkûbieydîküm ile’t-tehlükeh5 ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!' buyruluyor." Bunun üzerine, hem vahiy kâtibi hem hâfız hem Peygamber Efendimiz'in mescidinde imamlık hem de Medine valiliği yapmış büyük bir zât olan Ebû Eyyub El-Ensârî, hemen bu yanlışlığı düzeltti. Dedi ki: "Ey insanlar, ey cemaat! Biz Peygamber Efendimiz zamanında bu âyetten bu manayı çıkartmıyorduk. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafında, 'Mallarınızı Allah yolunda sarf edin! Cimrilik yapıp, elinizi sıkıp da hayırdan, hasenattan geri bırakmayın kendinizi! Böylece kendinizi, malınızı Allah yoluna vermemek sûretiyle tehlikeye atmayın!' Çünkü o Allah yoluna sarf edilmeyen mallar, cehennemde kızdırılıp insanların yüzlerine, yanlarına, sırtlarına yapıştırılıp öyle azap görecekler." diye izah verdi.
Demek ki iniş sebepleri hakkında bilgi sahibi olmak, âyetin kelimelerinden çıkabilecek başka anlamları engellemekte faydalıdır. Onlar önemlidir. Onun için müfessirler onları yazmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm'in sayfa çerçevesinin, yazı çerçevesinin dış tarafında, yanında bazı güzel işaretler vardır, süslü... Bunlar neyi gösterir? Cüz başlarını gösterir. Kaçıncı cüzün başlangıcı, orada yazar. Veya cüzün içindeki bölümlenmeleri, rubu'ları yani çeyrekleri gösterir. Bir de secde âyetlerini bildiren işaretler vardır. Orada “secde” diye yazar. İçeride de secdenin sebebi olan ibareler çizgiyle belirtilmiştir. Bunlara dikkat etmek lazım. O secde âyetlerinde secde etmek gerekiyor. Kur’ân-ı Kerîm’in yazısı, görünüşüyle ilgili bu bilgileri bilmek lazım geliyor.
Kur’ân-ı Kerîm’in incelikleri, Kur’ân-ı Kerîm’in okunması lazımdır. Kur’ân-ı Kerîm’in okunması çok lüzumludur. Müslümanlar için çok büyük bir ibadettir, çok yüksek bir zikirdir. Kur’ân-ı Kerîm’i okumak zikirdir ve çok sevaplıdır.
Peygamber (sav) Efendimiz pek çok teşviklerde bulunmuştur. O hadis-i şeriflerin bir kısmını okumak istiyorum. Önceden söyleyeyim, Kur’ân-ı Kerîm’in yüzüne bakmak bile sevaptır. İnsan okuma bilmese, bu Allah’ın kelamı, diye yüzüne baksa sevap kazanır
Biliyorsunuz aşiret reisi imiş ama okuma yazma bilmiyormuş Osman Gazi. Osman-ı Gazi diyoruz, aslında sıfat olması dolayısıyla Osman-ı Gazi demek lazım. Orhan-ı Gazi demek lazım veya Gazi Osman, Gazi Orhan demek lazım.
Osman-ı Gazi hazretleri, Şeyh Edebâlî’nin evine misafir gidince, bu duvarda asılı duran şey nedir, diye sormuş. Demişler ki: “Bu Allah’ın kelamı Kur’ân-ı Kerîm’dir.” Bunun üzerine sabaha kadar uyumamış, el pençe divan durmuş. Bu edebi Allah’ın hoşuna gittiği için, onun sebebiyle bir rüya görmüş. Göbeğinden bir ağaç çıkıyor, dalları gökyüzünü tutuyor, kocaman bir şey. Efendim! Ben bir rüya gördüm, diye anlatınca, senin neslinden çok büyük bir devlet meydana gelecek ve cihana hâkim olacak, diye rüyayı tabir eylemiş Şeyh Edebâli.
Kur’ân-ı Kerîm’e saygının çok faydası var. Allah adı yazılıymış bir kâğıtta, yolda onu görmüş bir eşkıya, yol kesen bir harami. Bu Allah’ın kelamı, basılmasın, diye almış onu yerden, yıkamış, uygun yere bir duvar deliğine kovuğuna koymuş. O gece rüyada, “Sen bizim ismimize hürmet eyledin, ben de senin cismini mübarek eyledim. Sana iman nasip eyledim!" diye Allahu Teâlâ hazretlerinden bir hitaba mazhar olmuş. Rüyada böyle bir iltifat görünmüş kendisine. Ondan sonra da büyük bir evliya olmuş.
Yani Kur’ân-ı Kerîm'i sevmek, Allah'ın ismini sevmek, hürmet etmek dahi insana çok sevap kazandırır. Kur’ân-ı Kerîm'in yüzüne bakmak çok sevaplıdır. Sırf yüzüne baksa bile sevap kazanır insan.
Babasının yüzüne, anasının yüzüne baksa sevap kazanır. Kur’ân-ı Kerîm'e baksa sevap kazanır. Kâbe-i Müşerrefe'ye baksa sevap kazanır. Saygıyla, sevgiyle, muhabbetle, "Bu bana dinimi öğretiyor." diye, hocasının yüzüne baksa sevap kazanır. Deryaya baksa, denizin enginliğini tefekkür edip, "Sübhânallâh, tebârekâllâh!" diye Allah'ın birliğini düşünse, sevap kazanır.
Kur’ân-ı Kerîm'in değil okunması, bakılması bile sevaptır. Ama okunduğu zaman, sevap çok daha fazla olur. Hatta Allahu Teâlâ hazretleri her harfine on hasene verir. Peygamber Efendimiz diyor ki: "On sevap almak kelime için değildir. Elif lâm mîm denildiği zaman; elif'e on, lâm'a on, mim'e on..." Yani her harfine onar onar hasene veriliyor. Hasene de büyük sevap... Allah, insanın bir hasenesini lûtfuyla, keremiyle kabul ederse, o sebeb-i duhûl-i cennet olur.
O bakımdan Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ve kıraatine -tilâvet-i Kur’ân, Kur’ân-ı Kerîm okumak; kıraat, o da okumak. İkisi de kullanılıyor- çok önem vermemiz lazım ve okumaya müdavim olmamız lazım! Harflerini öğrenip okumamız lazım!
Kur’ân-ı Kerîm okunurken tertîl ile okunur. Tertîl ile okumak Kur’ân-ı Kerîm'in kendine mahsus bir güzel eda ile okumaktır. Sahabe-i kiram öyle okumuşlardır. Peygamber Efendimiz öyle okumuştur. Yani Kur’ân-ı Kerîm düz bir konuşma gibi, bir nutuk gibi okunmaz. Bir güzel eda ve seda ile okunur.
Lahn-i Arap üzere okunması yani Arab'ın üslûbuna, şivesine göre okunması, hüzünle okunması; ehl-i kitabın kendi kitaplarını okudukları gibi değil de daha bir ciddî, vakarlı, dokunaklı şekilde okunulması, hatta okunurken ağlanması tavsiye buyrulmuştur.
Şimdi buna benzer hadis-i şeriflerden birkaç tanesini okuyalım teberrüken. Kur’ân-ı Kerîm'in başından sonuna okunup bitirilmesine, -114 sûre vardır- yani Fâtiha'dan başlayıp Kul eûzü bi-Rabbi’n-nâs'da bitirmeye “hatm” denilir. Hatm, mühür demek. Yani bir şeyi, seriyi, diziyi tamamlayıp sonra onu bağlamak, mühürlemek manasına geliyor.
Kur’ân-ı Kerîm'in hatmi çok sevaptır. Peygamber (sav), İnde külli hatmetin da'vetin müstecâbeh, buyurmuştur. "Hatim indirildiği zaman yapılan dualar makbul olur." diye bir müjdedir bu. Onun için, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiğimiz zaman el açıp hatim duası yapıyoruz. Çünkü o zaman dualar makbul.
Kur’ân-ı Kerîm'in hatmini tavsiye etmiştir Peygamber Efendimiz. Bu hususta, mesela her ayda bir hatim indirilmesi tavsiyesi vardır. Kur’ân-ı Kerîm bizim bölümlememizde otuz cüz olduğuna göre, her gün bir cüz okumak demektir. Arabî aylara göre, 30 gün çeken aylarda otuz günde, 29 gün çeken aylarda da en sonuncuda iki cüz okuyarak otuz günde bitirmek olabilir. "25 günde bitirilsin!" tavsiyesi vardır, adamına göre... “20 günde bitirilsin! 15 günde bitirilsin! 10 günde bitirilsin!" diye tavsiyesi vardır.
Yedi günde bitirme, hızlı okuyabilen bazı hâfızlar için güzel bir usûldür. İşte o zaman, bir günde okunan miktara menzil deniliyor. Hint baskıları, Pakistan baskıları bu yedi günlük yerleri işaret etmişlerdir. Çünkü onlarda buna riayet eden âlim çok... Sonra üç günde okuma vardır. Yani bir günde on cüz okuyarak. Ondan daha hızlı okumayı, Peygamber Efendimiz, manası anlaşılmaz yani takip edilemez diye tavsiye buyurmamıştır.
Ama menâkıbdan biliyoruz; Bayezid-i Bistâmî hazretleri (ks) otuz yıl yaya haccetmiş, her gün de bir hatim yapmış. Günde bir hatim yapacak kadar hızlı okuyabiliyor.
Bizim Gümüşhânevî tekkesinden, Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendimiz hazretleri de altı saatte hatmedermiş. Altı saat, yani çok hızlı bir şekilde okuyarak hatmedermiş. Rahmetli Prof. Yusuf Ziya Binatlı, onun oğluydu. Hepsi nur içinde yatsın, makamları âlâ olsun... Yusuf Ziya Binatlı da açık öğretimde hukuk dersleri veren bir profesör. Hâfızdı rahmetli. Yusuf Ziya Bey sağlığında anlatmış idi: Böyle gözünü kapattığı zaman, Kur’ân-ı Kerîm'in sayfası gözünün önüne gelirmiş. Kur’ân-ı Kerîm'i âyet âyet, aşağıdan alıp yukarıya doğru geri geri bile okuyabilecek kadar kuvvetli hâfızdı.
"Biz şimdi ne yapalım?” denilecek olursa; ben diyorum ki, bunlardan ibret alalım, utanalım, kendi halimize bakalım! Hiç olmazsa günde Kur’ân-ı Kerîm'in bir sayfasını okuyalım! Bu bir sayfasını okurken de manasını, mealini meal kitaplarından, tefsir kitaplarından takip edelim. Böylece hiç olmazsa bir senede bir hatim tamamlayalım diye tavsiye ediyorum.
Allahu Teâlâ hazretleri içimize aşkını, şevkini versin... Kur’ân-ı Kerîm'e saygı ve sevgi versin... Kur’ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılarak güzelce okumayı, ahkâmını anlamayı, ahkâmına uymayı nasip eylesin.
Peygamber (sav) buyuruyor ki: İkrai’l-Kur'âne fî külli şehrin! Kâle: İnnî ecidü kuvveten. Kâle: Fakra'hü fî ışrîne leyleten! Kâle: İnnî ecidü kuvveten. Kâle: Fakra'hü fî aşrin! Kâle: İnnî ecidü kuvveten. Kâle: Fakra'hü fî seb'in ve lâ tezid alâ zâlik!
Bu, Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As (ra) tarafından rivayet edilmiş, Müslim'de, Buhârî'de, Ebû Davud'da olan sahih bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz bu mübarek râviye, Abdullah (ra)'a demiş ki:
İkrai’l-Kur'âne fî külli şehrin. “Her ayda bir hatim indir, Kur’ân-ı Kerîm'i her ayda oku!” Kâle: İnnî ecidü kuvveten. "Ben kendimde kuvvet hissediyorum, daha hızlı okuyabilirim yâ Rasûlallah! Kuvvetliyim, daha fazlasını yapabilirim."
Kâle: Fakra'hü fî ışrîneleyleten. "O halde yirmi günde oku!" buyurmuş Peygamber Efendimiz.
Kâle: İnnî ecidü kuvveh. "Ben güç yetirebilirim daha hızlı okumaya," deyince, Kâle: Fakra'hü fî aşrin, "O zaman on günde oku." buyurmuş Rasûlullah. Günde üç cüz ediyor. Kâle: İnnî ecidü kuvveh. “Daha hızlı okumaya güç yetirebilirim."
Kâle: Fakra'hü fî seb'in. “Yedi günde oku!" buyurmuş yani haftada bir.
Ve lâ tezid alâ zâlike. "Daha da hızlı yapma!” Yani, yedi günde hatmetmek senin için uygundur, buyurmuş.
Diğer bir hadis-i şerif. O da yine Ahmed ibn-i Hanbel rivayeti, Abdullah ibn-i Amr (ra)'dan: İkrai’l-Kur'âne fî külli şehrin. "Kur’ân'ı bir ayda bitir! İkra'hu fî hamsin ve işrîne. “Yirmi beş günde bitir.” İkra'hu fî hamse aşrete. “On beşte bitir.” İkra'hu fî aşrin. “Onda bitir.” İkra'hu fî seb'in. “Yedide bitir.” Lâ yefkahuhû men yakrauhû fî ekalle min selâs. “Üç günden daha hızlı okuyan manasını fehmedemez, derinliğini kavrayamaz. Çünkü hızlı okuyacağım, diye geçer."
Demek ki üç günden daha hızlı yapanlar artık çok olağanüstü bir şey yapmış oluyorlar.
İkraul-Kur’âne bil-hüzni. Feinnehû nezele bil-hüzn. "Kur’ân-ı Kerîm'i hüzün ile okuyun, mahzun mahzun okuyun. Çünkü o mahzun indi."
İkrau’l-Kur’âne bi’l-ühûni’l-Arab ve esvâtihâ. Ve iyyâküm ve luhûne ehli’l-fısk ve ehli’l-kitâbeyn.
"Kur’ân-ı Kerîm'i Arapların edasıyla, sesleriyle okuyun. Ehl-i fıskın yani şarkıcıların, defçilerin, çalgıcıların mûsikîsi şeklinde okumayın! Ehl-i kitabın kendi kitaplarını okuyuş tarzları var, öyle okumayın!" diye de tavsiye buyurmuş.
Ve seyücîü kavmin minba'dî, yürecciûne’l-Kur'âne tercia’l-ğınâ' ver-rahbâniyye ve’n-nahv. Lâ yücâvizüha nâcerahüm meftûnetü’n-kulûbühüm. Ve kulûbü’l-lezîne yûcibühüm şe'nehüm.
"Benim arkamdan asırlar geçtikten sonra, ümmetimin içinden bazı insanlar çıkacak, Kur’ân-ı Kerîm'i şarkı okur gibi okuyacaklar. Ruhbanların kendi kitaplarını okudukları gibi monoton, yeknesak, tatsız bir tarzda okuyacaklar ve bir de ölü ağlayıcılarının feryâd u figânları gibi okuyacaklar. Kur’ân-ı Kerîm, onların gırtlaklarından aşağı, gönüllerine, kalplerine geçmez. -Yani sırf ağızdan okuyor, içten okumuyorlar.- Kalpleri fitnelidir. Onların bu okuyuşlarını beğenenlerin kalpleri de, onların kalpleri de fitnelidir. Fitneye uğramış olacaklardır."
Yine buyuruyor ki Efendimiz:
İkrau’l-Kur'âne vebkû. Fe in lem tebkû fetebâkev. Leyse minnâ men lem yeteğanne bi’l-Kur'ân.
“Kur’ân-ı Kerîm'i okuyun ve ağlayın! Ağlamak gelmiyorsa bile içinizden, ağlıyormuş gibi kendinizi ağlamağa zorlayın! Kur’ân-ı Kerîm'i dümdüz okuyan da bizden değildir."
Kur’ân-ı Kerîm'i kendisine mahsus, güzel bir okuyuşla okumak lazım.
"Kur’ân-ı Kerîm'i öğreniniz, okuyunuz ve ondan sonra uyuyunuz! Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'i öğrenen, okuyan ve onun ahkâmına uyan, içi misk kokusu dolu bir dağarcığa benzer. Kokusu her tarafa yayılır, herkes mest olur, memnun olur. Kur’ân-ı Kerîm'i bildiği halde, okumadan uyuyan kimse, gece veya gündüz okumayan kimse de, içinde Kur’ân-ı Kerîm var ama o ağzı bağlı bir misk torbasına benzer. Yani misk var ama kokusu yok, çünkü ağzı bağlı okumuyor ..." Yani Kur’ân-ı Kerîm'in bir okunması tatlı olacak, ondan sonra uyunacak.
Diğer bir hadis-i şerif, Abdullah ibn-i Mes'ud (ra)'dan:
Teallemü’l-Kur’âne vetlûhü. Feinnallâhe câzîküm alâ tilâvetihî. Bikülli harfin aşre hasenâtin. Emmâennî lâ ekûlü elif, lâm, mîm harfun.
"Kur’ân-ı Kerîm'i öğreniniz ve okuyunuz! Çünkü Allah Kur’ân okuduğunuz için sizi mükâfatlandıracaktır. Her harf için on hasene vererek mükâfatlandıracaktır. Ama ben 'Elif, lâm, mîm bir harftir’ demiyorum."
Çünkü harf Arapçada edat manasına da geliyor. Yani bizim dilimizdeki a, b, c gibi bir harf manasına da gelmiyor. "Ben, elif, lâm, mîm bir harftir, demiyorum. Elif bir, lâm bir, mîm bir demek istiyorum." diye, tek tek her harfine on hasene verileceğini bildirmiş oluyor.
Ve buyuruyor ki:
Teallemü’l-Kur'âne veselûbihi’l-cennete kable en yeteallemehû, kavmün yes'elûne bihî’d-dünyâ feinne’l-Kur'âne yeteallemuhû selâsetü neferin racülün yübâhibihî ve racülün yeste'kilübihî ve racülün yakrauhûlillâh.
Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Kur’ân-ı Kerîm'i öğreniniz ve onunla Allah'tan cenneti isteyiniz!" Okuyup, "Ya Rabbi bana cenneti nasip et, Kur'ân'ını okuyorum!" diye. Ne zamandan önce? "Bu Kur'ân'ı okuyup da, onunla dünyalık elde etmeye çalışan kavimler ortaya çıkmadan önce, siz Kur'ân'ı okuyun ve onunla cenneti isteyin! Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'i üç kişi, üç tip insan öğrenir: Birincisi, onunla iftihar edip böbürlenmek için öğrenen insan. -Yani, ben Kur'ân biliyorum diye tavır koyup, fiyaka satan, ilmiyle böbürlenen... Bu makbul değil.- İkincisi, Kur’ân-ı Kerîm'le yiyen, geçimini sağlayan, yani dünyalığını sağlayan kimse. -Bu da makbul değil. Yaptığı iş günah.- Ve sırf Allah rızası için okuyan. Rabbim bana ne öğretmiş, ne emir buyurmuş, ben onu tutayım diye ihlâsla okuyan kimse."
Demek bazıları, Kur’ân-ı Kerîm'i dünyalık kazanmaya âlet edecekler. "O olmadan, siz sırf Allah rızası için okuyup cenneti kazanmayı isteyiniz!" buyuruyor. İşte öyle ihlasla okuyan kimselerden olmağa gayret etmemiz lazım!
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Teallemü’l-Kur’âne ve allimûhü’n-nâs.
"Kur’ân-ı Kerîm'i hem kendiniz öğrenin hem de insanlara öğretin!"
Demek ki sizler ve bizler, hem kendimiz öğreneceğiz hem de çoluk çocuğumuza, hükmümüz altında olan insanlara Kur’ân-ı Kerîm'in okunuşunu öğreteceğiz! Bir de anlamını, ahkâmını, tefsirini öğreneceğiz ki, mucebince amel edelim! Allahu Teâlâ hazretleri ne buyurmuşsa, buyruğunu tutalım! Neyi yasaklamışsa, yasakladığından kaçınalım! Böylece rızasını alalım, cennetine girelim, rıdvân-ı ekberine vâsıl olalım...
Böylece inşaallah Kur’ân ehli insanlar çoğalır. Dinimiz kuvvetlenir, yayılır. Allah'ın dini cihana hâkim olur. Allah'ın dini hâkim olunca, ilim, irfan, ahlâk, merhamet, insanlık hâkim olur. İnsanlar, âlem-i İslâm, hatta bütün cihan, bütün insanlar böylece saadete ererler.
Allahu Teâlâ hazretleri tevfîkini refîk eylesin... Cümlemizi iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin.
* Akra FM, 06.10.1998 tarihli sohbeti.
1. Âl-i İmrân, 3/7.
2. Âl-i İmrân, 3/7.
3. Alak, 96/1-5.
4. Hicr, 15/9.
5. Bakara, 2/195.