Kaynaklar / İslam Büyükleri

Yunus Emre *

Gönlüm canım aklım bilim senin ile karâr eder
Can kanadı açık gerek uçuban dosta gitmeğe.

Gönlü, canı, aklı, bilgisi sevdiği muhatabı Mevlâsı’nda karar ediyor, sükûn buluyor. Can bir can kuşu ise uçuban dosta gitmeye can kuşunun kanatları açık ve çalışmakta gerek. Bu da Anadolu Türkçesi. Uçup kelimesinin “an” ekiyle açılmış, genişlemiş şeklidir. Pekala buna da iyi, güzel diyoruz.

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan (Rh.a.)

Yunus Emre mâruf ama meçhul, meşhur ama gizli bir şahsiyettir. Geçen sene Yunus Emre Yılı’ydı. Bizim kültür dairemiz yani bu ülkenin evlatları, baş tacı ettiğimiz bir kimsenin bütün dünya tarafından sevildiğini, anıldığını ve tanındığını görmekle bahtiyar olduk. Yedi asır önce yaşamış bir kişinin, bütün dünyada anılacak bir şahsiyet olarak bizden çıkmış bir kimse olması büyük bir olaydır. Kültürü ve sanatı seven herkesin meclisinde anıldı. Meşhur bir kimse ama gizli. Çünkü hayatı hakkında bilgiler az. Fikirleri ve şiirleri, Divânı’nı neşreden insanlar tarafından bile yüzde yüz anlaşılmış değil. Divân’larının çoğunu gördüm; Abdülbaki Gölpınarlı’nın, Merhum Prof. Faruk Kadri Timurtaş’ın, Mustafa Necati Bursalı’nın neşri var. Çok neşirler var... Merak ettiğim için şiirlerin tespitinin hepsini gördüm. Hatta bazıları açıklamalı Divân’lar. Açıklamaları okudum. Onun için tam ve doğru bilinmediğini, tanınmadığını ve anlaşılmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Koca bir “Yunus Yılı” geçti ama birçok konuşmacının ve araştırıcının bilinenleri tekrar ettiğini biliyorum. Birkaç ana kaynak vardır. Herkes onlardan duyduğunu tekrar eder. Kendisi doğrudan doğruya araştırma yapan, kütüphanelerde emek çeken zahmet çeken insan sayısı az. Yunus’u ilk önce Divânı’nı tam ve doğru olarak tespit etmekle, eserlerini tam ve mevsuk olarak, otantik olarak ortaya koymakla tanımaya başlayacağız.

Eserlerinin neler olduğu, hangisinin hakikaten ona ait olduğu, bu eserlerin doğru okunup okunmadığı, doğru yazılıp yazılmadığı tam olarak ortaya konulabilmiş değil. Böyle bir şey yok ama bunun yapıldığını kabul edelim. Onu anlamak için İslâm dinini ve kültürünü çok iyi bilmek lazım. Yunus’tan bahsedenlerin çoğu platonik bir sevgiyle onu seviyor ama neden sevdiğini de pek bilmiyor. Yorumlarken de kendisine göre yorumluyor; kendisine göre bir Yunus ortaya koyuyor. İslâm dinini ve kültürünü, tasavvufu ve tarikatları bilmeden katiyen olmaz. Eski Anadolu Türkçesi’ni bilmeden de olmaz. Yunus’un şiirlerindeki kelimeleri değiştirmeye hakkınız yok. Ne diye onun kullandığı kelimeyi değiştiriyorsunuz?! “Efendim Türkçeleştiriyorum.” Türkçeleştiremezsin ki. O zaten Türkçe. Herkes onu bir vesika olarak tam karşısında durdursun, kendi kelimeleriyle tanısın. Tabii Eski Anadolu Türkçesi’ni bilmeyince yanılmalar başlıyor. En klasik hepinizin bildiği yanlış, “Derviş bağrı taş gerek...” sözü.

      Derviş bağrı taş gerek gözü dolu yaş gerek,
      Koyundan yavaş gerek sen derviş olamazsın.

“Derviş bağrının taş olması nereden çıkıyor?”

Bağrın taşlığı makbul bir şey değil ki dervişin bağrı taş olsun. Bağrın, kalbin taş olması hissizlik, duygusuzluk, imansızlık, inançsızlık ve merhametsizlik alametidir. Onun için dervişin bağrı asla taş olmasın. Aman yâ Rabbi! Dervişin bağrı taş olmasın!.. Aslında o “Derviş bağrı baş gerek” tarzındadır. Ama düşünüyorlar; “Allah Allah! Dervişin burasında bir kafa mı çıkacak, iki kafalı mı olacak? Bu ne demek? Her halde bu baş değildir.” diyorlar, değiştirmeye kalkıyorlar. Halbuki oradaki baş, “yara” demektir. Süleyman Çelebi Mevlidi’ni;

      Gözü yaşı hakkı için sâdıkların
      Bağrı başı hakkı için âşıkların.1

diye bitiriyor. “Yâ Rabbi! Âşıkların bağrının yarası hürmetine, sadıkların gözünün yaşı hürmetine bizleri affeyle.” diyor.

Bağrın başı, “bağrın yarası” demektir. İnsan aşk derdiyle hasta olacak, yaralı ve kırık gönüllü olacak.

أنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ أَجْلِي

Ene inde’l-münkesireti kulûbuhum min eclî.

“Ben kalpleri kırık, mahzun olanların yanındayım.”2 hadîs-i kudsîsine uygun olarak bağrı yaralı olacak. Ancak bu yara Fuzûlî’nin tedavi olmak istemediği cinsten bir hastalık, öyle bir yara...

“Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabîb.”3
“Aman beni tedavi etmekten elini çek doktor. Ben bu dertten memnunum.” diyor. Dert, hastalık demektir. Ben bu hastalıktan memnunum, tedavi etme; hastalık artsın, ziyade olsun. Daha çok belalara müptela kıl. Bu aşk belası güzel bir şey bunu artır, demiş oluyor.

Dervişin bağrının baş olması, hassas gönüllü olması, kalbinin kırık bağrının hûn olması, Allah sevgisinden gözünden yaşların akması, gönlünün sakin bir gönül olmaması demektir.

Bu Eski Anadolu Türkçesi’ni bilmemekten oluyor. Eski Anadolu Türkçesi’ni bilmediğin zaman Yunus’un şiirlerinin çoğunu anlayamazsınız.

Yunus’un Divânı’ndan herhangi bir sayfayı açıp birkaç mısra okuyalım, insanların yüzde doksan sekizinin anlamadığını görürüz. Zaten neşreden de anlamamış, şiiri bozmuş. Ben bazılarını karineyle düzeltirim. “Yunus’un yerinde ben olsaydım... Bu sözün böyle gelişinden bu tarafa gider.” diye düzeltirim. Not yazarım. Ama tabii Yunus’un şiirlerinin edisyon kritiğini yapmamız lazım. En eski kaynaklardan karşılaştırmalı olarak yazmamız; ondan sonra ortaya koymamız lazım ki bu yanlışlıklar engellenebilsin. Demek ki Yunus’u anlamaya soyunmuş olan iyi niyetli bir kimsenin Eski Anadolu Türkçesi’ni bilmesi, Türkçe’nin zevkine varmış olması lazım. İslâm dinini, kültürünü, tasavvufu, tarikatı bilmesi lazım. Türk Dili ve Edebiyatı tahsili görmüş olması lazım.

Mesela, Abdülbaki Gölpınarlı muvaffak olamamıştır. Neden? Türk Dili ve Edebiyatı tahsili görmemiştir. Yenikapı Mevlevîhânesi’nde büyük üstadlardan Farsça okumuştur; Farsça bilir, Arapça bilir ama Türkçe’yi bilmeyince Yunus’u anlayamaz.

Bir de, bir insan Yunus’un bağlı olduğu ekolü, zümreyi bilmezse; Yunus’un sözlerinin kendi kafasındaki mânası neyse, o kelimede kendi kafasındaki mâna var sanarak şiire eğilirse, şiiri yine anlayamaz. Mâna ve mânadaki inceliği kavrayamaz. Bunlar olmadığı için de Yunus, koca bir “Yunus Emre Yılı” geçtiği halde tam anlaşılmış değildir.

Yunus Emre’nin hayatı hakkında söyleyeceğim zaten klasik olarak kitaplarda tekrar edilmiş olan sözleri bilinir. Ama biz onların hepsini bir ilim adamı olarak tenkit süzgecinden geçirir, hakikaten inkar edilmeyecek vesikalara dayanmak istersek o zaman işler biraz karışır. İşte bizim onları söylememiz uygun olur. Şimdiye kadar tekrar edilen şeylerin içinde hiç olmazsa yaygın olarak doğru sayılan bazı şeylerin doğru olmadığını tabii yine vesikalara, delillere dayanarak söylemek durumundayız.

Yunus Emre 12 veya 13. asırda yaşamıştır. Doğum tarihi ve vefat tarihi belli değildir. Sadece bir tomarın kenarında bir yazmanın üst satırında el yazısıyla, “Şu tarihte yaşamış şu tarihte ölmüş, yaşı şu kadardır.” diye bir yazı yazılmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı onu zikreder, herkes de onu söyler. Tabii o yazı doğru mu, nereden yazılmış, kaynağı nedir? Onu ispat edecek elimizde henüz bir kabir taşı, bir arşiv vesikası yoktur. Yalnız bir şey var; 707 hicrî (1307-1308 milâdî) yıllarında Yunus’un henüz sağ olduğunu kendi şiirinden, er-Risaletü’n-nushiyye adlı eserinin sonundaki bir beyitten anlıyoruz. Mevlânâ’nın zamanında yaşamış ama Mevlânâ’dan biraz daha genç  olan  bir  kimsedir.   Hacı Bektâş-ı Velî’nin zaman bakımından yine akranı ama ondan da gençtir. Hacı Bektâş-ı Velî ile Mevlânâ’nın çağdaşı olduğunu kaynaklar söylüyor. Bazı kaynaklar da 738 gibi daha geç tarihler veriyorlar ama onlar herhangi bir vesikaya istinat etmiyor. Mevlânâ ile çağdaş olduğuna dair Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserinde bilgiler var. Hacı Bektâş-ı Velî ciddi, sükutî meşrepli, ahlâkî esaslara dikkat eden bir insandır. Mevlânâ da çok coşkun, çok söyleyen, çok yazan bir insandır.

Hacı Bektâş-ı Velî kendi halifelerinden birisini Mevlânâ’ya gönderiyor. “Git ona söyle bu coşkunluğu bıraksın. Eğer yârini buldu, matlûbu hâsıl olduysa tamam, kenarda sessiz dursun. Bulmadıysa böyle gösteriş yapmasın.” diyor. Halife Kırşehir’den kalkıp Konya’ya geliyor. Mevlânâ hazretlerinin nerede olduğunu soruyor. “Falanca medreseye ders vermeye gitmişti.” diyorlar. O medresenin kapısına kadar geliyor, kapıdan içeri girdiği sırada Mevlânâ hazretleri birden semâa kalkıp hem dönüyor hem söz, şiir, ilahi söylüyor. “Eğer yârin yok ise neden talep etmiyorsun? Eğer yârini buldunsa neden tarab etmiyorsun? Tembel tembel bir köşeye oturmuş, bizim halimize ‘acayip’ diyorsun. Asıl senin halin acayip ki böyle bir talebe talip olmuyorsun.” diye bir rubaî söylüyor. Gelen şahıs “Tamam, ben cevabı aldım.” diyor, daha konuşmadan geri dönüyor.4

Demek istiyor ki: “İnsan matlubunu bulamamışsa talep için bir cevlan olacak. Hareket edecek, bir coşkunluk olacak. Matlubunu bulduysa o zaman düğün bayram; o zaman bir başka coşkunluk olacak.” Bu gibi şeylere ikilem diyorlar. Mantık bakımından o da doğru o da doğru olan şeyler var. Fatih Sultan Mehmed’in babası tahttan vazgeçmiş. Maksatları dünya saltanatı değil, Allah yolunda gaza eden insanlar. “Geç evladım sen gençsin. Saltanat senin olsun. Ben de âhir ömrümü ibadetle geçireyim...” diyor. Fatih Sultan Mehmed saltanata geçiyor, baba da inzivaya ibadete dönecek. Fakat düşmanlar fırsatı ganimet biliyorlar. Bir haçlı seferi hareketi... Fatih Sultan Mehmed bakıyor ki kendi tecrübesizliğiyle o teşekkül eden düşman kuvvetini def etmesi mümkün olmayacak. Babasına mektup yazıyor. “Baba düşman var, gel orduların başına geç, düşmanla mücadele eyle.” diyor. Babası da, “Saltanatı ben sana verdim, vazife senindir.” diye cevap veriyor. Fatih Sultan Mehmed tekrar mektup yazıyor. “Babacığım eğer bu ülkenin padişahı sensen gel ülkene sahip ol, eğer sen değil de padişah bensem, emrediyorum, gel ülkene sahip ol.” diyor. Mantıkda dilemmâ dedikleri ikilem; ikisi de haklı olabiliyor.

Yunus, Mevlânâ ve Hacı Bektaş’ın biraz daha genci, onların çağlarını görmüş bir insan, bunu net olarak biliyoruz. Hicrî 707 (milâdî 1307) tarihlerinde er-Risâletü’n-nushiyye’yi yazdığını dolayısıyla bu tarihlerde sağ olduğunu biliyoruz.
eş-Şakâiku’n-nu’mâniyye fî ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye diye Osmanlı devlet-i aliyyesinin yetiştirdiği büyükleri anlatan bir biyografi eseri var. Orada, “Yunus Sivrihisarlı’dır.” diyor. Eskişehirliler bayram ediyorlar: “Madem Yunus Sivrihisarlı’ymış, o halde bizim.” Ama Sivrihisar Türkiye’de bir tane değil ki. Kızılırmak’ın Anadolu’da büyük bir kavis çizmesi var. Koca bir İç Anadolu’yu baştan başa geçiyor. Kızılırmak’ın kavis yaptığı arazi içindeki Sivrihisarlı’dır. Birden fazla Sivrihisar var.

“Hangisi?”

Bir kere Eskişehir’deki Sivrihisar değil. Hacıbektaş kasabasına yakın yerlerde de küçük bir Sivrihisar var. Olsa olsa orası... Eğer eş-Şakâiku’n-nu’mâniyye sahibi olan biyografi alimi, sağlam vesikalara dayanmış, bir şeyler görmüş de yazmışsa o Sivrihisar. Nitekim orada Yunus kabri var. İnsan kıtlık olduğu zaman bineğine alıç yükleyip Hacıbektaş kasabasına oradan gidebilir ama Eskişehir’in Sivrihisar’ından öbür tarafa gidinceye kadar eşeği ölür, gidemez. Mesafe uzundur. Tarihî olayları akıl mantık süzgecinden geçirmemiz lazım. 300 km. mesafeden bir yerden bir yere gitmek uzun sürer ama yakın bir yerden, “falanca yerde büyük bir arif varmış, çok cömert bir mübarek zât imiş, evliyâullahtan bir kimse imiş, gideyim ondan medet isteyim” diye olabilir. Yakın yerdeyken uzak yere gidilmez, öyle fakir bir kimse o kadar uzak diyarlara gidemez. Refik Soykut isimli Kırşehirli bir zât bununla ilgili bir kitap yazmış ama pek şayi olmamış. Herkes görmemiş.

Karamanlı’lar “bizden” diyor, Eskişehirli’ler “yok bizden” diyor, derken iş biraz da bu yönden ele alınıyor. Halbuki öyle değil. Tarihî olayları mantık süzgecinden geçirerek incelememiz gerekiyor. Nereden olursa olsun Yunus zaten hepimizin. Kimse öyle “Yunus benim” deyip kimseye vermemezlik yapamaz.

Yunus Emre’nin elimizde şiirleri var ama kaç tanesi bizim Yunus’un kaç tanesi daha sonraki öteki Yunuslarımız’ın onu da bilmiyoruz. Yunusların şiirleridir ama tek bir şahsın şiiri değildir. Bir kere aralarında çok üslup farkı vardır. Bir edebiyatçı derhal anlar. Edebiyat tarihçisi önüne gelen iki tane metnin “bu olsa olsa şu asırdandır bu da o asırlardan” diye üslubundan fark eder. Ayrıca Yunus’un bir fikir dünyası var, inanç dünyası var, kanaatleri var. Her insan ömür boyu çalışır, birtakım kanaatlere sahip olur, herkes onunla tanır. Mevlânâ hazretlerinin bir rengi, çeşnisi vardır, Eşrefoğlu Rûmî hazretlerinin, İsmail Hakkı-i Bursevî’nin, İbrahim Hakkı-i Erzurumî’nin... bir çeşnisi vardır. Sahabe-i kirâmdan Ebû Bekir es-Sıddîk’in bir çeşnisi vardır, Ömer el-Fâruk’un bir başka çeşnisi vardır. Karakterler farklıdır ama hepsi kavî müslümandır.

Yunus’un şiirlerindeki fikir ve kanaatler bakımından inceler, bir de tarih süzgecinden geçirirsek bazı ayıklamalar yapmamız mümkün olur. Mesela en eski tarihli yazma eserlerindeki şiirlerini alır, ondan sonrakileri de tarih sırasına göre sıralarsak, Yunus’a daha yakın olanların Yunus’un olma ihtimalinin daha çok olduğu görülür. Başka Yunus’ların şiirleri onlara karışmamıştır. Hiç olmazsa on beşinci yüzyılda yaşayan Yunus’un şiiri buna  karışmamıştır.

On yedinci yüzyılda yaşayan filanca Yunus’un şiiri buna karışmamıştır, diye bir ayıklama yapmak mümkün olabilir. Bunlar yapılmamıştır, yapılmalıdır. Bu hususta çalışmalar yapılması icap ediyor. Fikirlerden ve üslubundan anlaşılabilir. Bizim tespit ettiğimize göre; dili, uslûbu ve fikirleri bakımından kaç tane Yunus var, diye araştırırken, bir kere iki tane Yunus net olarak karşımıza çıkıyor.

1. Mevlânâ’nın ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin çağdaşı Yunus. Şiirleri Eski Anadolu Türkçesi’yle yazılmış. Bu Yunus üslûbu ve fikirleri bakımından iddialı ve cüretlidir. Bir laf söyler, insanın yüreği ağzına gelir. Bazen insan “tevbe estağfirullah” da diyebilir. Ne diyor mesela?

      Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûrî,
      İsteyene ver onları bana seni gerek seni.5
Cüretli bir söz. Buna benzer başka sözleri de var.

2. Bir de;
      Canım kurban olsun senin yoluna,
      Adı güzel kendi güzel Muhammed.
      Şefaat eyle bu kemter kuluna,
      Adı güzel kendi güzel Muhammed.6
diyen Yunus vardır. Bu üslup başka o başka. Bu edep başka o edep başka. Onda bir aşk coşkunluğu var. Zaten kendisinin aşktan esretmiş olduğunu, aşk sarhoşu olduğunu söylüyor. “Emre” sözünün aslı Arapça “ermek” diye bir kelime olan “sarhoş şair”, “coşkun, taşkın” mânasına geliyormuş. Belki Yunus Emre, ilk Yunus olduğu için o ismi almış olabilir. Bu Yunus büyük ölçüde aşk temasını, aşk temini işlemiş. Bunun sözleri hakkında birkaç misal vereceğim.

      Sensüz yola girürisem çârem yok adım atmağa
      Gövdemde kuvvetim sensin başım götürüp gitmeğe.7
      “Sen bana güç kuvvet veriyorsun, sensiz adım atmaya takatim yok.” diyor.
      Gönlüm canım aklım bilim senin ile karâr eder
      Can kanadı açık gerek uçuban dosta gitmeğe.

Gönlü, canı, aklı, bilgisi sevdiği muhatabı Mevlâsı’nda karar ediyor, sükûn buluyor. Can bir can kuşu ise uçuban dosta gitmeye can kuşunun kanatları açık ve çalışmakta gerek. Bu da Anadolu Türkçesi. Uçup kelimesinin “an” ekiyle açılmış, genişlemiş şeklidir. Pekala buna da iyi, güzel diyoruz.

      Bin Hamzaca kuvvet vermiş kâdir Çalap ışk erine
      Dağları yolundan ırar kasteder dosta gitmeğe.

Aşkın insana büyük bir enerji ve kuvvet verdiğini söylüyor. Allah celle celâlüh aşk erine böyle bir enerji, güç ve kuvvet verir, dağları yolundan ırar. Irmak “ayırmak” demektir. Önüne dağlar çıksa, cangıl ormanlarında giden seyyahlar gibi, eğri baltayla, otları ve sarmaşıkları kesip yol açıyorlar. Böyle aşk eri oldu mu dağları yarar; sarmaşıkları değil, dağları yolundan sağa sola atar. Dosta gitmeye kast eder, ona gitmeyi düşünür. Görüyorsunuz, kelimeleri olduğu gibi okuyorum! “Dağları yolundan ırar kasteder yola gitmeğe” sözünü herkes anlayamaz. Bu Eski Anadolu Türkçesi’dir.

      Âşık mı derim ben ana Tanrı’nın uçmağın seve
      Uçmak hod bir tuzakdır o eblehlerin canın tutmağa.8

Tevbe estağfirullah!.. İnsan hemen orada sendelemeye başlıyor. Uçmak “cennet” demektir. Tanrının cennetini sevene ben âşık mı derim? Eblehlerin canını tutmak için uçmak bir tuzaktır.

Bu cüretli bir sözdür. İşte bu eski Yunus böyledir. Öbür misale geçelim, Eski Yunus’u biraz daha tanıyalım:

      Dîn ü millet sorarısan âşıklara din ne hâcet
      Âşık kişi harâb olur âşık bilmez din diyânet.9

Yunus böyle deyince biz “Eyvah!” diyoruz. Burada millet ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda teşekkül etmiş milliyet kavramı değildir. “Millete İbrâhîme hanîfa...10 denildiği yerdeki millettir.

Yunus âşık olduğu, aşkı en üstün tuttuğu için böyle diyor. Sonra bir başka şiirinde de;

      Şeriat edebinden korkaram söylemeğe
      Yoğusa ey değildir daha ayruksu haber.
demiş. Şeriate bağlı ve şeriatin edebine riayet ettiğini burada açıkça beyan ediyor. “Şeriat edebinden korkarım söylemeğe.” Ağzıma bir söz geliyor, söyleyeceğim ama şeriat edebinden söylemeye utanıyorum, çekiniyorum. “Yoğusa ey değildir daha ayruksu haber” Yukarıdaki haberlerden ayrı ilave bir haber de verirdim, diyor.

İlk Yunus bu şiirlerinde aşka ne kadar değer verdiğini anlatıyor. İlk Yunus böyle bir Yunus. Bir de ikinci Yunus var. Onun da başka fikirlerini söyleyeceğim. Bu aşk meselesinin de nereden gelip nereden gittiğini, başka kitaplarda anlatılmayan şekliyle anlatmaya çalışacağım.

Şunları üslubun farkını belirtmek için kaydediyorum.
      Şol cennetin ırmakları
      Akar Allah deyu deyu
      Çıkmış İslâm bülbülleri
      Öter Allah deyu deyu.11
diyen Yunus başka bir Yunus’tur.
      Aydan arıdır (veya aydındır) yüzleri
      Şekerden tatlı sözleri
      Cennette hûrî kızları
      Gezer Allah deyu deyu.
derken bu hûrîleri küçümsemiyor. İkinci Yunus tatlı tatlı anlatıyor, bizi de özendiriyor. O hûrîleri, ırmakları gözümüzün önüne getiriyor. Kerpiçleri altın ve gümüş olan cennet köşklerini, tûbâ dallarını vesaireyi göz önüne getiriyor. Çok müeddep ve tatlı bir üslupla anlatıyor. Bu Yunus başka; Birinci Yunus hûrîlerle meşgul olmayı “Öyle şey olur mu?” filan gibilerden sayıyor. “Âşıksan Mevlâ’yı sev başka şey ne oluyor?” gibi bir üsluptadır. Birinci Yunus ayrıdır, ikinci Yunus ayrıdır.

Onun için insan Yunus’u biraz dikkatli ve anlayarak okursa, bu işleri bilen bir kimse olarak okursa, gözü kapalı, “Bu söz birinci Yunus’un o söz de öteki Yunus’un.” diye ayırdedebilir. İki Yunus arasında üslup ve fikir farkı var. Birinci Yunus böyle diyor ama başka sözler de söylüyor. Sakın hemen kararınızı vermeyin!... Hemen defterden silmeyin. Ötekilerini de okuduktan sonra karar verin.

“Öteki Yunus kim?”

Yunus’un birçok yerde mezarı var. Karaman’da var ziyaret ettik. Bursa’da var. Yukarıda söylediğim, Aksaray’ın bir yerinde bir Sivrihisar var, orada bir kabri var. İzmir’in Kula ilçesinde var. Daha başka yerlerde var.12*

Millet “Burada Âşık Yunus yatar.” diye bir kitâbe gördü mü, “Olsa olsa bu ilahilerin sahibi Yunus’tur.” diye Yunus isimli her şahsın kabrini Yunus Emre’ye izafe edivermiş. İşine de gelmiş, hoşuna da gitmiş. “Demek ki ilahilerini okuduğum Yunus burada yatıyor, Mübarek...” diye sevgisinden benimsemiş. Ama her sakallı insanın babası, dedesi olmadığı gibi her Yunus adlı şair de Mevlânâ’nın çağdaşı olan Yunus demek değildir.

Birinci Yunus’un şiirlerinde ana tema aşktır.  Hem de coşkun  bir aşktır. Mevlâ’nın sevgisinden başka bir sevgiyi  katiyen  gönlüne getirmeyen, her şeyi silen, terk-i dünya terk-i ukbâ anlayışı var. İkincisinde bizi rahatsız eden hiç bir ifade bulamazsınız. Bursalı Yunus, böyle şeyleri karıştırmaz. Evet hacca âşıktır, “Kâbe’ye gitsem izinin tozuna yüzümü sürsem” der. Peygamber Efendimiz’i metheder. O da bir derviş Yunus’tur. Şiirleriyle halkımızın gönlüne girmiş, baş tacı olmuş bir kimsedir. Şiirlerinde Emir Sultan’dan bahsettiğine göre birinci Yunus’tan sonra yaşadığı da anlaşılıyor. Emir Sultan, Yıldırım Bayezid’in kızıyla evlenmiş, Bursa’da camisi olan, evliyâullahtan mübarek bir zâttır. Yaşadığı zaman on üçüncü yüzyılın sonu on dördüncü yüzyılın başıdır. Tabii ondan hürmetle bahseden bir Yunus da ilk Yunus’tan sonra yaşamıştır. Bursa’da kabri olan ikinci Yunus odur. Daha başka Yunuslar vardır. Yunus adında başka şairler vardır. Ayrıca bir de Yunus’u sevip Yunus’un yolunda yürüyenler vardır. Onlara muakkipleri diyoruz. Muakkip, o vadide yürüyüp onu takip edip şiir yazmış kimseler demektir. Yunus’un muakkipleri yirminci yüzyıla kadar gelir. Yunus vadisinde Yunus gibi, Yunusleyin şiir yazan birçok şair çıkar; birçok şiir kitabı görmüş olabilirsiniz.

“Yunus Emre Alevî mi Sünnî mi? Hacı Bektaş’a gitmiş mi gitmemiş mi? Merkebine alıçları yüklemiş de onu ziyaret etmiş mi etmemiş mi?

Alevîler ve Bektâşîler Yunus’a “bizim” diyorlar. Yunus onların mı bizim mi? Bir çekişme var. Sünnîler, “Yunus Emre Sünnî’dir.” diyorlar; Alevîler de gülüyorlar, “bu bizden” diyorlar. Onlar da Yunus’u o devirde yaşamış kendi meşreplerinden bir kimse olarak göstermek istiyorlar.

Yunus Emre ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında bir alaka olması zaman bakımından mümkündür. Zamanları ve bölgeleri tutuyor. Menâkıplarda da açıkça beyan edildiğine göre Yunus Emre gelmiş Hacı Bektaş’ı ziyaret etmiştir. Niçin yalan diyeceğiz? Bir vesika olması lazım ki yalan diyebilelim. Böyle bir şey menâkıpnâmelerde var, tarihi kayıtlarda var. Peki başka delillerden bunu tekit ve teyit edebilir miyiz? Evet, elimizde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ı var. Makâlât-ı Hacı Bektâş-ı Velî Hacı Bektâş-ı Velî’nin fikirlerini aksettiriyor. “Arapça yazılmış Molla Said veya Said Emre denilen bir kimse tarafından tercüme edilmiş.” diye rivayetler var. Mevcut kütüphanelerde nüshaları var. Hacı Bektâş-ı Velî’nin fikirlerini burada görüyoruz.

Hacı Bektâş-ı Velî de Alevî ve Râfızî değildir. Alevî de demeyelim. Çünkü Alevî Hz. Ali’ye mensup demektir. Şeriatin ahkâmını çiğneyen, şeriata saygısız bir insan değil. Eserlerinden biliyorum.
Bir insanın fikirlerini en güzel gösteren kaynak; eserleridir, sonra çevresindeki insanlardır.

Bir kere Mevlânâ’ya gönderdiği elçi ile ona; “Gösteriş yapma sessiz sedasız dur.” mesajını gönderiyor. “Dervişlik biraz mahviyettir, gösterişsizliktir.” demek istiyor. Oradan ahlâkî düşünce yapısını sezmiş oluyoruz. Hacı Bektâş-ı Velî Makâlât’ında, “Mühim olan insanın kalbinin temiz, gönlünün pâk, içindeki kötü huyların atılmış olmasıdır. Eğer bir insanın içinde kibir, ucub, kin, riya gibi kötü huylar varsa içini temizlemesi, güzel huylu olması lazım. Ahlâk-ı hamîde sahibi olması lazım. Nitekim, bir şişenin içine süçi (içki) koysalar, ağzını kuvvetle bağlasalar, deryanın kenarına götürseler ve dışını on yıl yıkasalar, içi yine murdardır. Çünkü içinde süçi vardır.” diyor. Şimdi böyle diyen bir insan içki içer mi? İçmez. Bu insanın anılma gününde kovalarla kırmızı ve beyaz şarap dağıtılırsa  Hacı Bektâş-ı Velî  memnun mu  olur?  “Allah cezanızı versin!” der.  Böyle diyen Hacı Bektâş-ı Velî şarap dağıtılarak anılır mı?

Kitabının bir başka yerinde de, “Bir kuyunun içine süçi (içki) damlasa kuyunun suyunu murdar eder. Dışarı çıkarmak lazım gelir.” Kuyunun içinde bir pislik olursa suyu iki yüz kova çekilip dışarı atılır, ondan sonra su şer’an temiz olur; abdest almak vesaire mübah olur. İçine pislik düşmüşse temizlemenin usûlü fıkhen böyledir. İfade şöyle devam ediyor: “O suyun döküldüğü yerde ot bitse o otu koyun yese, takva ehli kimseler ‘o koyunun etini dahi yemem’ demişlerdir.” Böyle bir insan içki içer mi? İçmez. İçkinin hasmı, içkiyi bu kadar kötülüyor. Halbuki içki damlamış bile olsa dışarı döküldüğü yerde ot bitti mi madde tegayyür ettiği (değiştiği) için helalleşir. İçkinin içine tuz veya sirke atsan helal olur. Tegayyür haramlığı kaldırır. Toprağa döküldü, toprağın içinden bitki bitti mi o helaldir. Bitkiyi koyun yese eti helaldir ama burada Hacı Bektâş-ı Velî bir mübalağa sanatıyla içkinin ne kadar aleyhinde olduğunu, içki içilmemesi gerektiğini anlatmaya çalıştığı için böyle yazmıştır. “Alevîyim” diyen kimselerin kulakları çınlasın! Hz. Ali’den rivayet edilen bir söz vardır, “İçki bir yere dökülse orada minare yapsalar o minarede banlamam.” diyor. Banlamak “ezan okumak” demektir.

Hz. Ali Efendimiz içki içmiş mi? İçmemiş. Peki sen nasıl Alevîsin?
Kur’ân-ı Kerîm’de içki içmek var mı? Yok. Sen nasıl Kur’an’a bağlısın?
İslâm’da içki içmek var mı? Yok. Sen nasıl müslümansın?

Bir kimse “Hacı Bektâş-ı Velî içki içerdi.” derse ona iftira etmiş olur. Hacı Bektaş’ın yolundayım, deyip de içki içerse onun ilk hasmı Hacı Bektâş-ı Velî olur, Hz. Ali Efendimiz olur, Câfer-i Sâdık Efendimiz olur.

Biz doçentlik tezimizde ispat ettik ki Hacı Bektâş-ı Velî daha sonraki Bektâşîler’in tasvir etmeye çalıştıkları cinsten bir insan değildir; namaz ehlidir, ibadet ehlidir, içki aleyhtarıdır. Haccı kabul eden İslâm’ın emirlerini kabul eden, gazâyı ve cihadı baş tacı eden bir mübarek insandır.

Birinci Yunus da öyledir. Yunus Emre ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin kitapları ve fikirleri arasında bariz benzerlik vardır. Bunu ispat edeceğiz. Eski Yunus’a ait olduğu kesin olan eser er-Risâletü’n-Nushiyye Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlâtı’nın bir bölümünün tercümesi gibidir. Aynı konudur, aynı mânayı işler ve onu aynen nazma çekmiş gibidir. Onun için ikisi paraleldir, çakışıktır, aynıdır. Çünkü er-Risâletü’n-Nushiyye onundur diye gün gibi biliyoruz. Gelelim Divânı’ndaki başka şiirlere. Bir şiiri var onu biraz okuyup anlatmam lazım... Yunus’u anlamak için onu anlatmamız şart.

      Bir sualim var sana ey dervişler ecesi
      Meşâyih ne buyurur yol haberi nicesi.
      Virgil süâle cevâb tutalım olsun savâb
      Şu’le kime gösterir aşk evinin bacası.
      Evvel kapı şerîat emr ü nehyi bildirir
      Yuya günâhlarını her bir Kur’an hecesi.13

Birinci kapı şeriattir, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını ondan anlarsın. İnsanın günahlarını şeriat yıkar, temizler. Yuya, “yıkamak” demektir. Kur’an okuyacaksın, onun her hecesi senin günahlarını yıkar.

      İkincisi tarîkat kulluğa bel bağlaya
      Yolu doğru varanı yarlıgaya hocası.

Birinci kapı şeriat, ikinci kapı tarikattır.  Tarikattaki  ana  işlem kulluğa bel bağlamaktır. Yani Allah’ın kulluğunda olmaktır. Burada hoca cami imamı değildir. Hoca “Allah, Rab” demektir. Rab da “Efendi” demektir. Rabbü’l-beyt, “evin efendisi”; Rabbetü’l-mal, “malın efendisi, sahibi” demektir. Kelimelerin asırlar boyu geçirdikleri mâna değişikliklerini görüyorsunuz.

      Üçüncüsü mârifet cân gönül gözün açar
      Bak mânî sarâyına Arş’a değin yücesi.

Üçüncü kapı mârifettir. İnsanın gönül gözü mârifetle açılır, Arş’a bakan mâneviyat âleminin mânalarını müşahede eder, demek istiyor.

      Dördüncüsü hakîkat ere eksik bakmaya
      Bayram ola gündüzü Kadîr ola gecesi.

Dördüncü kapı hakikat kapısıdır. Hakikat kapısına eren bir kimse hiç kimseye eksik bakmaz, hor görmez. Gündüzlerini bayram, gecelerini Kadir bilir. Veyahut, böyle bir hakikat ehli kimsenin gündüzleri bayram gibi geceleri de Kadir gecesi gibi olur, demektir. Devam ediyoruz.

      Bu şerîat güç olur tarîkat yokuş olur
      Mârifet sarplık durur, hakîkattir yücesi.
      Dervişin dört yanında dört ulu kapı gerek
      Kancaru bakarısa gündüz ola gecesi.
      Dört hâl içinde dervîş gerek siyaset çeke
      Menzile ermez kalır yol eri yuvacası.
      Dört kapıdır kırk makâm, yüz altmış menzili var
      Ana erene açılır velâyet derecesi.

“Şimdi bu kadar uzun şiiri niçin okudum?”

Hacı Bektâş-ı Velî Makâlât isimli kitabında, “Dört kapı vardır; şeriat, tarikat, mârifet, hakikat. Bu dört kapının her birinde onar taneden kırk makam vardır.” diyor. Bu da aynı şeyi söylüyor. Bektâşî literatüründe dört kapı kırk makam geçer. “Kırk makamın onu şeriatte, onu tarikatta, onu mârifette, onu da hakikattedir.” diye kitaplar yazar. “Dört hâl içinde derviş gerek siyaset çeke.” Siyaset çekmek zahmet edip tedbirler alıp çalışıp çabalaması demektir. Şeriatte, tarikatta, mârifette ve hakikatte ilerlemek için politika uygulayıp yol alması lazım.

“Menzile ermez kalır yol eri yuvacası.”

Bu çalışmayı yapmayan insan ilerleyemez, kalır. Hacı Bektâş-ı Velî de, “Kul Mevlâ’ya kırk makamda ulaşır. Bu makamlardan birisi eksik olsa yolda kalır.” diyor. Aynı şeyi söylüyor. Demek ki birinci Yunus neredeyse Hacı Bektaş’ın fikirlerini nazma çekmiş. Meselemizi ispat bakımından bu şiir önemlidir.

Sonra Hacı Bektâş-ı Velî Makâlât’ın bir bölümünde “Bizim vücudumuz kâinâta benzer.” diye bir fikir ortaya atıp onu işler. Nitekim Hz. Ali Efendimiz’in de bir sözü var,

وَتَزْعُمُ أَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ ... وَفِيكَ انْطَوَى الْعَالَمِ اْلأَكْبَرُ

Ve tez’umu enneke cirmün sağîrun ve fîke’ntavâ’l-âlemi’l-ekberu. “Sen kendini küçük bir varlık sanıyorsun, halbuki senin içinde âlem-i ekber dürülmüş yerleştirilmiştir.” diyor.14 Atomun içine atom enerjisi konulduğu gibi... “Sen kendini basit bir varlık sanıyorsun ama senin içine en büyük âlem konulmuştur, diyor.” İnsanın iç âleminin büyüklüğünü ifade eden bir sözdür.

Hacı Bektâş-ı Velî, “Kâinâtta yıldızlar var, vücutta da şu var; kâinâtta güneş var, vücutta bu var; işte ay var vücutta bu var... Dağlar dereler var, vücutta damarlar var...” Tepeden tırnağa bizi kıskıvrak bağlayıp kâinâta benzediğimizi ispat ediyor. Makâlât’ın sekiz bölümünden bir tanesi vücudumuzun kâinâtın bir küçük modeli olduğunu, kâinâtta ne varsa vücudumuzda o olduğunu anlatıyor. Bunları bilmeyen Yunus’u anlayamaz. Yunus’un şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat sözüne verdiği anlamları kavrayabilmek için Makâlât’ı bilmek lazım. Makâlât’ı bilmeyen Yunus’u anlayamaz. Şimdi bu vücut şehrini bir şiiri okuyarak anlatayım.

      Mânî evine dalduk vücûd seyrini bulduk
      İki cihân seyrini cümle vücûdda bulduk.
      Mânî evine daldık, “tefekkür âlemine daldık”; vücud seyrini bulduk, “vücudumuzu seyahate çıktık.”
      Bu çizginen göklere tahte’s-serâ yerleri
      Yetmiş bin hicâbları cümle vücûdda bulduk.
      Yedi yer yedi göğü dağları denizleri
      Uçmagıla tamuyu cümle vücûdda bulduk.
      Gece ile gündüzü gökde yedi yıldızı
      Levhde yazılan sözü cümle vücûdda bulduk.
      Mûsî’nin ağduğu Tûr’u yohsa Beytü’l-Ma‘mûr’ı
      İsrâfîl urduğu Sûr’u cümle vücûdda bulduk.

Mûsî dediği Musa’dır. Farsça’da “ye” ile yazıldığı için böyle telaffuz ediyor. Davâ’ya “davî” denir. İsî, “İsa” demektir. Bu İran telaffuzu oluyor.

“Mûsî ağduğu Tûr’u.” Ağmak, “çıkmak” demektir. “Tütünü göge ağmak”, “dumanı havaya yükselmek” demektir.

Urmak “çalmak” demektir. “İsrafil’in çaldığı Sûr’u cümle vücûdda bulduk” demek onun da misalini vücutta gördük demektir.

      Tevrât’ıla İncîl’i Zebûr’ıla Furkân’ı
      Bunlardagı beyânı cümle vücûdda bulduk.
      Yunus’un sözleri Hak cümlemiz dedik saddâk
      Kanda isterisen bak cümle vücûdda bulduk.15

Hacı Bektâş-ı Velî’nin görüşünü şiirle ifade etmiş. Tamamen onun tercümesi ve şiirleştirilmiş halidir.

Kalp, gönül temizliği meselesi birçok şiirinde var. Hani, insanın içinde kir kalırsa yıkamakla temiz olmaz, mânasına bir şiirden birkaç beyit:

      Bir dona kan bulaşıcak yumayınca mısmıl olmaz.
      Gönül pâsı yunmayınca namaz edâ olmayısar.

Don “elbise, iç donu” mânasına değil. Biz şimdi “don” dediğimiz zaman belden aşağı iç giyimini anlıyoruz. O devirde don “libas” demektir. Yeşil donlu, “yeşil elbiseli” demektir; “yeşil şalvarlı” demek değildir. Her kelimenin her asırda nasıl kullanıldığını bilmek lazım. “Bir dona kan bulaşıcak” demek “bir elbiseye kan bulaşırsa” demektir.

Mısmıl “temiz” demektir. Eski Türkçe’de murdar pis, mısmıl temiz demektir. Yıkamayınca elbise temiz olmaz.

Gönül temiz olmadı mı bu namaz namaz olmaz, kabul olmaz diyor. Fikri Hacı Bektâş-ı Velî ile paralel hatta çakışık.

      Murdar dünyaya bulaşan devşiribeni durişen
      Erden himmet olmayınca ömrü geçer yunmayısar.16

Bu murdar dünyaya insan bulaştı mı, dünyayı keyfi, zevki, safası, mevki ve makamı, helal ve haram demeden dünyaya bulaşırsa, “devrişiribeni dürişen”, dürişmek “gayret etmek”; devşirmek “toplamak” demektir. Bir Allah eri, evliyâullahın eline düşüp, orada terbiye görüp, bu dünya sevgisi kalbinden çıkartılıp da iyi bir derviş haline gelmezse ömrü geçer, yıkanmış olmaz. “Murdar dünyaya bulaşmıştır murdar kalır.” diyor.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin fikrinin aynısını söylüyor. Sonra bütün şiirleri âşıklıktan bahsediyor. Canım Allah’ı seviyormuş da ondan!.. Değil, o kadar hafif ve basit değil.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin Yunus’dan yaşlı olduğunu ve Yunus’un onu ziyarete gittiğini menâkıp söylüyor. Hacı Bektâş-ı Velî, “İnsanlar dört tabakadır.” diyor. Bir insan mü’min değilse insandan bile sayılmıyor, hayvandan da aşağı.17 Hayvanın da Allah indinde mertebesi olanı var. Peygamber Efendimiz’in devesi kıymetlidir.18 Hz. Ali Efendimiz’in bindiği düldül kıymetlidir.19 Kurbanlık koyunun bir kıymeti vardır. Peygamber Efendimiz’in mağarasını ören örümceğin,20 güvercinin bir kıymeti vardır... Kur’ân-ı Kerîm kâfirleri hiç saymıyor. Gelelim insanlara; mü’minlerin en aşağı tabakası şeriatin sadece zahirini bilen ağabeylerdir; namaz kılarlar oruç tutarlar... Öyle görmüştür, anası babası zorlamıştır. Namazı kılıyor ama anası babası zorlamasa kılmayacak. Muhtesip gelip kafasına sopayı indirmese dükkânını kapayıp camiye gitmeyecek.

    1. Birinci tabaka namaz, oruç gibi şeyleri şeklen yapanlardır. Buna abid denir.
    2. İkincisi terbiye görmesi gerektiğini anlamış ve tarikata girmiş. Tarikata girdi mi ilk önce öğretilecek olan şey dünyanın fâniliği ve ölümdür. Yunus Emre’nin birçok şiirlerinde ölüm temi çok tatlı, çok güzel, çok duygulandırıcı bir tarzda işlenmiştir. Dünyanın hiçliği işlenmiştir. Çok güzel şiirler var.
“İkinci kavim tarikat kavmidir.” diyor. Zahidler, dünyaya sırtını dönmüş nefsi terbiye etmesi gerektiğini anlamış, nefsin ayıplarını biliyor, mücadele ediyor, yanıyor yakılıyor. Onun da metotları var. Zaten tarikat nefsin terbiyesi metotlarından bir metot demektir. Falancanın tarikatı, “onun metodu” demektir. Öteki tarikat başka bir metot uyguluyor.
    3. Üçüncü zümre mârifet tabakasıdır. Maarif, irfan tabakası diyelim. İrfan kelimesi başka mânalara doğru anlaşılabilir. İrfan tabakasının mensupları da ariflerdir. Bunlar mârifetullaha ermişlerdir. Cenâb-ı Mevlâ’yı tanımak çok büyük bir nimettir.
Şemmetün min ma’rifetillâh hayrun mine’d-dünya ve mâ fîhâ. “Bir koklamcık mârifetullah dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır.” Mârifetullah kıymetli bir şeydir. Mârifetullah ehline, irfan ehline arif diyoruz.
    4. Dördüncü tabaka da hakikat ehlidir. İşin künhünü, can damarını ana noktasını, ruhunu anlamış insan; dinin özünü kavramış, esrarına aşina olmuş kimse demektir. Buna da muhibler veya âşıklar diyor. İnsan o noktada artık gece gündüz yanan bir âşık oluyor. Gözü başka bir şey görmüyor.

Yunus işte o makamdan konuşuyor. Cenneti kabul etmemesi, hûrîye sevgi beslemeyi veya meyletmeyi ayıp görmesi bu makamda olması dolayısıyladır. Aşk makamı, en yüksek makamdır. Tasavvufta aşk makamının en yüksek makam olup olmadığını ayrı bir mevzu yapabiliriz. Bu makamdan ötede, “fenâfillah”tan sonra “bekâbillah” makamı vardır. “Dönüp halkı irşat etmek için makam vardır.” diyen büyükler var. Fakat Hacı Bektaş’a göre iş burada bitiyor. Hacı Bektâş-ı Velî, “Şeriat kavmi biraz daha yükselirse tarikat erbabı, biraz daha yükselirse mârifet erbabı, biraz daha yükselirse hakikat erbabı olur.” diyor. Abid zahidleşiyor, zahid arifleşiyor, arif âşıklaşıyor. Çünkü insan bildi mi âşık olur. Âşık olunca da kararı elden gider. Zaten Yunus’un bütün feryadı, Mevlânâ’nın bütün Mesnevîsi bir hecedir; aşk. Eşrefoğlu şöyle diyor:
      Ey Allahım beni senden ayırma,
      Beni senin cemâlinden ayırma,
      Balığın canı su içre diridir,
      İlâhî balığı gölden ayırma.21

Balık sudan çıkarsa çırpınır ölür. Ben de senin aşkın deryasında kalayım, ölmeyeyim. Fuzûlî bu aşk içinde, “Aşk derdiyle hoşem...”22 diyor. Eşrefoğlu Rûmî de, Niyazî-i Mısrî de, Yunus Emre de aynı şeyi söylüyor.

Âşığın gerçeği olduğu gibi bir de müddeîsi, sahtesi vardır. Sahtesine yani hakikaten âşık olmadığı halde özenene, öyle gibi olmaya çalışana, öyle gösterene müddeî derler. Öyle iddia ediyor ama aslında öyle değil. “Ben asarım, keserim, yaparım, ederim.” “Benim şu kadar malım mülküm var.” Yalan dâvâ. Ehl-i tahkik, ehl-i taklit. Şimdi âşığın da âşık-ı hakîkîsi var. Bir de “âşığım” diyen müddeîsi var. Bununla ilgili bir şiir var, onu okuyalım.

      Bir kez yüzün gören kişi ömrünce hiç unutmaya
      Tesbîhi sen olasın ol ayruk nesne eyitmeye.

Eyitmek “söylemek”; eydür “söyler” demektir. “Eydür”ü “ider” diye yazarsan yanlış olur. “Yunus ider” değil “Yunus eydür.” Yâ Mevlâ, bir insan senin yüzünü bir defa gördü mü artık ömrünce hiç unutmaz. Tesbihi sen olursun başka bir şey söylemez. “Hak”  der, başka bir şey demez.

      Taate duran zahidin gözleri seni görürse
      Tesbihini unutup ol mihraba secde etmeye.

Yine Yunusluğunu gösteriyor. Sataşarak konuşuyor. İbadet yapan zahidin, ona göre zahidler ikinci derecede ya, gözleri seni görürse, aşk makamına ulaşırsa, biraz o taraftan bir perde açılır bir şey görürse, tesbihini unutup o mihraba secde etmeye.

      Ağzına şekker aluban gözleri sana tuş olan
      Unıda şekkerini ayruk çiğneyüben yutmaya.

Ne güzel söylüyor! Basit söylüyor ama güzel söylüyor. “Ağzına birisi şeker alsa, seni biraz görüverse şekeri unutur, çiğnemez, aklı başından gider. Seni bir gördü mü şeker tatlı ama şekeri bile çiğnemez.” diyor. Gerçek âşıkın halini biraz anlatan bir şiir. Onun için;

      Ben seni sevdiğim içün eğer bahâ derlerise
      İki cihân milkin virem dahı bahâsı yitmeye.

“Sen Allah’ı seviyorsan çık paraları!” derlerse ver bakalım parayı. Ben seni sevdiğim için eğer bahâ derlerse, ver bedelini derlerse; iki cihanı dünyayı da âhireti de ikisini de verem dahı bahâsı  yetmeye. Dahı, burada “dahi” mânasına değil “daha” mânasınadır. Bunu da bilmek lazım. Tabii bunlar Eski Anadolu Türkçesi’nin cilveleri. İki cihanı veriyor, kendisini yine de bir şey yapmış saymıyor.

      İki cihân dopdolu bâğ u bostân olurısa
      Senin kokundan eyü gül bostân içinde bitmeye.

Dünya da âhiret de bağlık bostanlık, çiçeklik ve gülistan olsa bile senin kokundan iyi gül, güzel bir gül bostan içinde bitmeye. Mevlâ’nın aşkının kokusu iki cihanın bağ ve bostanının yani cennetin kokusundan üstündür. Cennetin kokusu vardır, abdest alırken burnumuza su verirken, “Yâ Rabbi! Cennet içre bize cennet kokularını duyur.”23 diyoruz. Cennetin kokusu cennetin surlarından dışarıya taşar, 500 yıllık mesafeden duyulur. Daha cennete girmemiş 500 yıl mesafede olan insan cennetin kokusunu duyar.24 Peygamber Efendimiz, cennetten ne kadar uzak olacağını belirtmek için “Bir kadın kendisi kocasından ayrılmak isterse cennetin kokusunu bile duymaz.”25 diyor. Şimdi iki cihanda senin kokundan daha güzel bir gül bitmeye. Mantığı tam birinci Yunus. Birinci Yunus, sözünden, düşünce tarzından kafa yapısından belli.

      Gül ü reyhânın kokusu âşıklara ma‘şuk yeter
      Âşık olanın ma‘şuku hergiz öğünden gitmeye.

Âşıklara mâşukun kokusu yeter, gül ve reyhan kokusu istemez. Öğ, “akıl” demektir. Âşık olanın aklından mâşuku asla gitmez. Bu, bizim Nakşibendî tarikatında, Mevlâ’yı her an unutmamak, daima O’nun şuurunda, irfanında olmak anlamına gelen “hûş der dem”dir. Onu söylüyor. Çünkü akraba; yol ve kök olarak aynı kaynaktan geliyor. Hacı Bektâş-ı Velî olsun, Yunus Emre olsun geriye doğru gidildiği zaman Ahmed-i Yesevî’ye doğru geliyorlar. Ahmed-i Yesevî Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye bağlı. Kök olarak Nakşibendîleşiyorlar.

      İsrafil sûrun urıcak mahlûkât turu (doğru) gelecek
      Senin ününden artuk hiç kulağım işitmeye.
İsrafil sûra üfürdü, mahlukât toplanıp geldi, “Yâ Rabbi! Senin sesinden başka bir sesi kulağım duymaz. Bana senin sesin lazım, ben onu duyarım başka bir şey duymam.” dedi.
      Zühre yere inübeni sazın nüvaht eylerise
      Âşıkın işretü sensüz gözü ol yana gitmeye.

İslâm kültürünü bilmeyen bu şiiri anlayamaz. Matematik formülü gibi bir şey. Zühre şu gökteki Zühre yıldızı, Venüs demektir. Güya elinde saz varmış, öyle telakki ediyor, eskiler saz çalarmış, Zühre yıldızının sazı meşhur. “Zühre yıldızı gökten yere inse sazını okşasa...” Zühre gökten yere indi koca yıldız başladı sazını çalmaya. Ne cümbüş, ne âlem... Âşık sensiz olduktan sonra o tarafa bakmaz bile. Zühre neymiş, çalgısı neymiş o tarafa bakmaz, sırf senin sesini dinlemek, sırf seni görmek ister, diyor. Devam ediyoruz.

      N’ider âşık hânumânı ya sensüz iki cihânı
      İki cihân fidî sana kimesne gümân dutmaya.

Âşıklar evlat ve iyâli ne yapsınlar? Ya sen olmadıktan sonra iki cihanı ne yapsınlar? Sen sevmezsen, “kulum” demezsen, iki cihan fidî sana. Fidî, “feda” demektir. Hiç kimse tereddüt etmesin, âşık nazarında can feda olur, bu böyledir.

      Sekiz Uçmağın Hûrîsi eger bezenüp geleler
      Senin sevginden özgeyi gönlüm hîç kabûl etmeye.

Hûrîler süslenip gelseler, senin sevginden başkasını gönlüm hiç kabul etmeye. Hûrîleri reddediyor.

“Öteki Yunus’un anlatış tarzı nasıldı?”

      Aydan aydındır yüzleri
      Şekerden tatlı sözleri
derken insan yutkunuyor.
      Aydan aydındır yüzleri
      Şekerden tatlı sözleri
      Cennette hûrî kızları
      Gezer Allah deyu deyu26
diye onun sallanışını gözümüzün önüne getiriyor. Bu da, “Sen olmadığın zaman iki cihanın, sekiz cennetin hûrîleri hep süslenip gelseler gönlüm hiç kabul etmiye...” diyor. Etmez diyor, etmem diyor.

Halbuki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;

لَوْ أَنَّ حُورًا أَطْلَعَتْ أُصْبُعًا مِنْ أَصَابِعِهَا لَوَجَدَ رِيحَهَا كُلُّ ذِي رُوحٍ

Lev enne hûren etla’at usbu’an min esâbi’ihâ levecede rîhahâ küllü zî rûh.
“Cennet hûrîlerinden bir tanesi şu serçe parmağının ucunu dünyaya gösterse idi, cümle cihan nûra gark olurdu.” buyuruyor.27 Birinci Yunus da, “Sekiz tane cennetin hûrîleri toplansa, süslense, cennet hullelerini giyecekler, cennet takılarını takacaklar, süslenecekler taranıp gelecekler, onları sensiz istemiyorum.” diyor.

      Bu dünyada ne ola kim âhirette ol olmaya
      Hûrîle gılmân gelicek âşık elin uzatmaya.

Âhirette olanın benzeri dünyada, dünyada olanın da âhirette benzeri var. Bir şiirinde Yunus “Bu dünyada da verdin evlat iyal, hûrî gılman geldiği zaman âşık onlara elini uzatmaz.” diyor.

      Yunus seni seveliden beşaret oldu cânına
      Her dem yeni dirlikdedür hergiz ömrin eksiltmeye.28

Yunus seni seveliden beri canına müjde oldu, beşaret oldu. Her dem taze bir hayat buluyor. Yani senin aşkın her an ona yeniden bir hayat veriyor. Ömrü hiç eksilmiyor. Görüyorsunuz bir başka şiirinde hakiki âşıkın halini nasıl anlatıyor? Terk-i dünya ve terk-i ukbâ... Cenneti vesaireyi görmediğini nasıl işliyor.

Gelelim yalancı âşıkı nasıl anlattığına?
      Işk da‘vîsin kılan kişi hiç anmaya hırs u hevâ
      Işk evine girenlere ayruk ne meyl ü ne vefâ
“Âşığım” diye iddia eden bir insan artık hırstan ve hevâ-i nefisten hiç bahsetmeyecek. Dünya hırsı varsa hevâ-i nefse tâbi ise o âşık değildir. Yani en yüksek mertebeden değildir. Aşk evine, aşk dünyasına girenlere artık başka şeye meyil ve başka bir şeye vefa olmaz.
      Gerçek âşık olan kişi anmayısar dünyâ âhiret
      Âşık değildir ol kişi yürüye izzeti kova.
Hakiki âşık olan kimse, dünyayı da âhireti de düşünmez. İzzet-i dünya isteyen, izzet-i nefs isteyen, bunun peşinde koşan kişi âşık değildir. İzzet miskinliğin karşılığıdır. Herkes izzet ister, Yunus Emre miskinliği, fakirliği, yokluğu, hiçliği istiyor. İzzeti istemeyi uygun görmüyor, âşıklığın şanından saymıyor.

      İzzet ü erkân kamusu bunlardır dünyâ sevgisi
      Işkdan haber eğitmesün kim dünyâ izzetin seve.

Mevki makam, izzet erkan dünya sevgisinin detayıdır. Hubb-u dünyaya taalluk eden şeylerdir. Bunu söyleyen insan aşktan bahsetmesin; müddeîdir, yalancıdır.

      Diliyle ışk diyenler bilmezler ışk neydüğin
      Benim cevâbım sen eğit (ilet) ışka izzet midür bahâ.

Dille “Ben âşıkım” diyenler aşkın ne olduğunu bilmezler. Benim onlara cevabımı sen iletiver. Benim aşka bedel olan izzetimdir. Malım mülküm, mevkiim makamım, şöhretim her şeyim o yola fedadır, diyor.

      Her kim izzetten geçmedi âşıklık bühtandur ana
      Her yere girdiği yokdurur ışk ile izzet bir eve.

Bir insan izzetten, izzet-i dünyadan geçemediyse âşıklık ona yalandır, bühtandır. Öyle bir şey yoktur, boş bir iddiadır. Aşk ile izzet bir eve girmez, bir arada bulunmaz, demektir. Âşıklık varsa o yok, o varsa ötekisi olamaz.

حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيَئةٍ

Hubbu’d-dünyâ re’sü külli hatîetin’i kendi üslubuyla söylüyor.29 Bir insan dünyayı sevdi mi, âhiret ehli olup yüksek bir makama çıkamaz. Bu âşıklıkta en yüksek makamdır. Abidlik, zahidlik, ariflik, âşıklık. O makama yükselemez, diyor.

      Bu cümle âşık olanlar ışkıle geldiler yola
      Müşâhedeye gark olan düşmeyiserdir ol eve.
      Yunus’a âşık diyüben zinhar özenüp gelmeniz
      Çok bezirgân ziyân eder varıcağız uzun yola.30

Güzel bir söz. Yunus’a âşık deyip de zinhar özenip gelmeyin. Çok tüccar uzun yola gittiği zaman zarar eder. Bu aşk yolu çok uzun bir yoldur, demek istiyor. Bana özenip peşimden geleceksiniz ama işin içinde bezirgânlık varsa zarar eder.

*Tarihi ve Tasavvufi Şahsiyetler, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan, İstanbul: Server İletişim, 2017, s. 273-298.
1 Süleyman Çelebi, Mevlid, s. 120.
2 Hz. Davud’a nisbet edilen rivayet için bk. Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, hadis no: 379; Ebû Nuaym,
Hılyetü’l-evliyâ, IV, 32. Hz. Musa’ya nisbet edilen rivayet için bk. Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, s.
75, hadis no: 397; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, II, 364; VI, 177. Ayrıca bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I,
203, hadis no: 614.
3 Fuzûlî Divanı Şerhi, I, 304.
4 Bk. Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 411-414.
5 Yûnus Emre Dîvânı, II, 484.
6 Yûnus Emre Dîvânı, IV, 43.
7 Yûnus Emre Dîvânı, II, 41.
8 Bk. Yûnus Emre Dîvânı, II, 41.
9 Yûnus Emre Dîvânı, II, 60.
10 2/Bakara, 135. Âyetin tamamının mânası şöyledir: “Bir de (yahudiler, müslümanlara): ‘Yahudi
olun!’ (Hıristiyanlar ise: ‘Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.’ dediler. (Onlara) de ki: ‘Hayır,
biz (küfür ve şirkten uzak kalıp) bir tek Allah’a yönelen İbrahim’in (Hanîf) dinine uyarız. O, (Allah’a) ortak koşanlardan değildi.”
11 Yûnus Emre Dîvânı, IV, 166-168.
12 İlgili çalışmalar için bk. Cahit Öztelli, Belgelerle Yunus Emre, Ankara 1977; Refik H. Soykut,
Emrem Yunus, Ahiliği-Kültürü-Yurdu, Ankara 1982; Halim Baki Kunter, Yunus Emre, Bilgiler-
Belgeler, Eskişehir 2005; İbrahim Ateş, “Yunus Emre’nin Vakıf İlkeleri İstikametindeki Düşünceleri
ve Zaviyeleri İle İlgili Belgeler”, s. 127-153; İrfan Ünver Nasrattınoğlu, “Afyonkarahisarlı
Yunus Emre”, s. 231-242; Hamit Bilen Burmaoğlu, “Yunus Emre’nin Erzurum’daki Makamı”,
s. 243-247. Ayrıca bk. Türk Yurdu Dergisi, Yunus Emre Özel Sayısı’nda (V, sy. 319 [Ocak 1966]
yayınlanan konu ile ilgili makaleler.
13 Yûnus Emre Dîvânı, II, 443-444.
14 Bk. Âlûsî, Tefsîr (Fatîha, 2 ve Bakara, 31).
15 Yûnus Emre Dîvânı, II, 191.
16 Yûnus Emre Dîvânı, II, 70.
17 “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha da aşağıda/yolunu sapıtmıştır.” 7/ A’râf, 179.
18 Devesi kesik kulaklı anlamında Kasvâ (الْقَصْوَاءُ ) / Azbâ (الْعَضْبَاءُ ) idi. Bk. Buhârî, “Meğâzî”, 73;
“Cihâd”, 95.
19 Düldül, aynı zamanda Hz. Ali’den de nakledildiği gibi Peygamber Efendimiz’in katırının ismidir.
Bk. Hâkim, Müstedrek, II, 665, hadis no: 4208. Benzer rivayet İbni Abbas’tan da nakledilir. Bk.
Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 111, hadis no: 11208.
20 Abdürrezzâk, V, 384, hadis no: 9743; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348, hadis no: 3251; Taberânî,
el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 407, hadis no: 12155; XX, 443, hadis no: 1082. Heysemî’nin değerlendirmeleri
için bk. Mecmau’z-zevâid, III, 521; VI, 65; VII, 100.
21 Bk. Eşrefoğlu Divanı, s. 67; Eşrefoğlu Rûmî Dîvânı, s. 192.
22 Fuzûlî Divanı Şerhi, I, 304.
23 Duanın metni:
" اللَّهُمَّ أَرِحْنِي رَائِحَةَ الْجَنَّةِ"Bu duanın abdestte burun yıkanırken söylenmesi selef-i sâlihînden alimlerimizin uygulamasıdır.
24 Ebû Bekre’den nakledilen rivâyet için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 50, hadis no: 20525.
25 Ebû Dâvûd, “Talâk”, 18, hadis no: 2226; Tirmizî, “Talâk”, 11, hadis no: 1186-1187; Ahmed b. Ha -
bel, Müsned, V, 277, 283, hadis no: 22433, 22493; Dârimi, “Talâk”, 6, hadis no: 2270; İbni Hibbân,
IX, 490, hadis no: 4184.
26 Yûnus Emre Dîvânı, IV, 166-168.
27 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VI, 59, hadis no: 5511; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, I, 247; İbni Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXI, 147-148; Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, III, 309; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XIV, 607, hadis no: 39469-39470.
28 Yûnus Emre Dîvânı, II, 44-46.
29 Beyhakî, Şuabü’l-îmân, Vii, 338, hadis no: 100501; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, hadis no: 1099. Hz. İsa’ya nisbet edilen kaynaklar için bk. Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, VI, 388; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, II, 202.
30 Yûnus Emre Dîvânı, II, 43-44.

Makale “Yunus Emre” Prof. Dr. M. Es'ad Coşan (Rh.a.)