Netice olarak diyebiliriz ki mürşit, ahlâkçı Hacı Bektaş, muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun mânevî temellerini atan büyük kişilerden biridir. Mevlânâ, aydınlara yazar ve sanatkârlara feyiz menbaı olurken o, bir yandan gazilere serdar, yiğitlere rehber olarak yol göstermiş, sevk ve heyecan vermiş, ülkeler, kıtalar açmış, diğer yandan Yunus’un şahsında gördüğümüz gibi halka yönelmiş, doğrudan doğruya halk irfanına, dolaylı yoldan da Türk dil ve edebiyatına hizmet etmiş, asırlarca milyonların kalbinde yaşamıştır.
Kapadokya’nın Kırşehir yöresi, XIII-XIV. asırlarda, Türk kültürü bakımından özel öneme sahip bir bölge idi. Bu havali, Anadolu Selçuklu Devleti’nin son zamanlarıyla İlhanlı hakimiyeti çağında en parlak devresini yaşamış; Osmanlı fütûhât hamlesi için zaruri maddî ve mânevî güçlere kaynaklık etmiş; fakat imparatorluğun teşekkülünü müteakip, nüfusunun ve kültürel faaliyetlerin daha batıdaki bölgelere kayması üzerine eski canlılığını koruyamamıştır.
Manzum Mantıku’t-tayr tercümesi sahibi Gülşehrî, Garipnâme’nin nâzımı meşhur Âşık Paşa (1272-1333) gibi büyük şair ve mutasavvıfların; esnaf ve sanatkârlar pîri Ahî Evran, İzmir fatihi Çağa Bey, Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebali, Bektâşîliğin kurucusu Hacı Bektaş gibi müstesna değerlerin mensup bulunduğu Kırşehir, Osmanlı Devleti’nin teessüsünde büyük rol oynayan Ahîlik ve Fütüvvet müessesesi ile Bektâşî tarikatinin de merkezi durumundaydı.
Bilhassa Bektâşî tarikati ve Hacı Bektaş konuları, Türklerin siyasî tarihiyle olduğu kadar, dinî, içtimâî, askerî ve kültürel birçok meseleleriyle de yakından ilgili bulunduğundan, Türkiye içinde ve dışında bugün de geniş alâka toplamaktadır.
Maalesef, Hacı Bektaş’ın hayatı hakkında etraflı bilgiye malik değiliz. Onun 606–669/1209–1270 yılları arasında yaşadığı anlaşılıyor.1
Elimizde onun hayatını anlatan Velâyetnâme veya Menâkıbnâme-i Hacı Bektâş-ı Horasânî adıyla tanınan bir de kitap bulunuyor. Fakat olağanüstü vakalar, kerametler ve tarihî gerçeklerle bağdaştırılamayacak bazı ifadeler taşıyan bu esere tam olarak güvenemeyiz. Çünkü Hacı Bektaş’ın ölümünden çok sonra ve tarikatin birtakım dış tesirlerle kuruluş devresindeki ilk hüviyetini kaybetmesini, bazı mühim değişikliklere uğramasını müteakip yazılmış; sağlam belgelere dayanarak değil, sadece şifahî rivayetleri toplamak suretiyle meydana getirilmiştir.2
Bu eser, Hacı Bektaş’ı çoklukla “Hünkâr”3 sıfatıyla anar ve Horasan’ın Nişapur şehrinde Hz. Ali soyundan Seyyid İbrahim-i Sânî ile Hâtem Hatun’dan dünyaya gelmiş gösterir. Lokmân-ı Perende adlı bir mutasavvıf tarafından yetiştirildiği, Türkistan’ın büyük şeyhi Ahmed-i Yesevî ile görüştüğü, onun emri üzerine Anadolu’ya geldiği ileri sürülürse de Ahmed-i Yesevî 562/1167’de vefat ettiğinden bu son hususun kabulü imkânsızdır.
Hacı Bektaş, Kırşehir’in 40 km. kadar güney doğusunda bulunan, o zamanlar yedi evden ibaret olan Suluca Karahöyük’te5 yerleşmişti. Yol güzergâhlarında zaviye ve hanegâhlar kurarak civarını verimli ve mâmur bir arazi hâline getirmek, gelen geçen yolcuların emniyetini, ihtiyaç ve istirahatını temin etmek, o zamanlar çok yaygın olan sosyal ve dinî bir gelenek idi. Karahöyük’ün, eski çağlardan beri kullanılan işlek bir yol üzerinde, Kırşehir’e tam bir konaklık mesafede bulunması, bu geleneğe uyularak kurulmuş bir yerleşme merkezi olduğu intibaını vermektedir.6
Hacı Bektaş burada etrafına birçok derviş toplamaya muvaffak olmuş7 ve birçok halifesini çeşitli beldelere sevk etmiştir. Menâkıbnâme’de Akçakoca, Sarı Saltık, Karaca Ahmed, Taptık Emre, Yunus Emre, Ahî Evran, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, hatta genç yaştaki Osman Gazi, Alaeddin Keykubad... gibi birçok kimse ile görüştüğü zikrediliyorsa da bu hususları tahkik imkânından şimdilik mahrum bulunuyoruz.
Hacı Bektaş Suluca Karahöyük’te 669/1270’te vefat etmiştir. Ölümünün bu tarihlerde olduğunu birtakım vesikalar da doğrulamaktadır.8 Bugün türbesi çevresinde, çeşitli tarihlerde yapılmış, sevimli mimarî tarzları bakımından ilgi çeken birçok yapı mevcuttur.9 “Pirevi” de denilen bu büyük dergâhta her yıl 16-18 Ağustos günlerinde kalabalık ziyaretçi kitlesi huzurunda anma törenleri tertiplenmektedir.
Hacı Bektaş’ın birtakım tasavvufî eserler yazdığı bilinmekte10 ise de bunların en meşhur ve en önemli olanı Makâlâtı’dır.11 Diğer tarihî kayıtların müphem ve kifayetsiz oluşu Hacı Bektaş hakkında öteden beri çeşitli kanaatlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Makâlât ise onun şahsiyet ve fikirlerini anlayabilmemize yarayan kıymetli malzeme ihtiva ediyor. Eserden, Hacı Bektaş’ın olgun, sade ve çok samimi bir mutasavvıf olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır.
Makâlât şu sekiz bölümden meydana gelmiştir:
Dört grup insan, onların vasıfları ve ibadet tarzları
Şeriat makamları
Tarikat makamları
Mârifet makamları
Hakikat makamları
Kalbin mahiyeti, ahvali
Şeytan ve ona yardımcı kötü huylar
İnsanoğlunun yaratılış tarzı, değeri vs.
Hacı Bektaş önce müslümanları dört gruba ayırıyor:
1) Şeriat ehli âbidler,
2) Tarikat ehli zahidler,
3) Mârifet ehli arifler,
4) Hakikat ehli muhibler (âşıklar).
Bunlardan ilk iki grubu ham, son ikisini ise olgun ve kâmil görüyor. Ona göre;
Şeriat temiz-kirli, haram-helal her şeyin hükmünü bildirdiği için ulu bir kapıdır. Bu hükümleri öğrenmeli, yüce Tanrı’nın Kur’an’da “yapın” dediğini yapmalı, “yapmayın” dediklerinden de sakınmalıdır. Ama yalnız şeriat bilgilerini öğrenmiş olmak kişiyi olgunlaştıramaz.
Tarikat ehli dervişler gece gündüz Tanrı’yı zikreder, birçok ibadetler yapar, âhirete hazırlanır ama gaye kuru ve ruhsuz birtakım hareketler olmamalıdır; hele işlenen ibadetler gözle büyütülüp bir cins gurura kapılınırsa asla kemale erilemez.
Mârifet sahibi ariflere gelince; bunlar su gibi hem arı hem arıtıcıdırlar. Dünya ve âhiret menfaati düşünmeden samimiyetle sadece Tanrı’yı diledikleri ve özellikle edebe çok riayet ettikleri için Allah tarafından sevilirler.
Hakikat ehli muhibler ise insanların en yükseği ve en olgunudur. Tevazu, rıza ve teslimiyet sahibi olmuşlar, kendi benliklerini aradan kaldırarak Tanrı’nın varlığında erimişler, daimî müşahede ve münacaat makamına ulaşmışlar, Tanrı âşığı kutlu kişiler olmuşlardır.
İşte bu son mertebeye yükselmek için takip edilen yolda, art arda geçilen “dört kapı” yani şeriat, tarikat, mârifet ve hakikatin her birinde on makam bulunur ki tamamı “kırk makam” eder. Bir kul hiçbirini atlayıp ihmal etmeden bu kırk makamı bir bir aşmadıkça Tanrı’ya asla kavuşamaz. Mesela, bir kişi diliyle iman getirse fakat gönülden inanmasa, yahut öşrü, zekâtı tamam vermese, yahut hacca gidecekken yoldan geri dönse, yahut Tanrı hükümlerinden birini batıl saysa, yahut Muhammed’e inanmasa, yahut onun sahabîlerinden birine inanmasa bütün yaptığı işler boşa gider (Sefer Aytekin neşri, s. 58).
İçimizde Rahmanî ve şeytanî unsurlar devamlı savaş halindedir. Bir tarafın sultanı akıl, naibi iman, kumandanları bilgi, cömertlik, hayâ, sabır, günahlardan sakınma, Tanrı korkusu, edep ve bu gibi olumlu vasıflar olup her birinin yüz binlerce askeri vardır. Karşı cephenin sultanı iblis, naibi nefs, kumandanları kibir, haset, cimrilik, tamahkârlık, öfke, dedikodu, maskaralık ve kahkaha gibi kötü huylar olup bunların da yüz binlerce askeri bulunur.
Kendini, olumlu ve olumsuz huyları tanımadan nefis mücahedesinin başarıyla sonuçlanması mümkün değildir. Bu sebepten Hacı Bektaş, kişinin kendi nazarlarını iç âlemlerine çevirerek kendini tanımaya çalışmasını ısrarla telkin eder. Kendisini tanımayanların Tanrı’yı da tanımayacaklarını belirtir. Çünkü Tanrı insana can damarından daha yakındır. Bu konuya çok önem verdiği için kitabın bir bölümünde insan vücudu üzerinde durur; beden ile dış dünya ve kâinat arasındaki benzerliklere işaretle insanın “küçük bir âlem” olduğunu ifadeye çalışır.
“Eğer senin içinde kötülük varsa dışını temizlemen bir fayda sağlamaz. Nitekim bir kaba pislik koysan, ağzını sımsıkı kapayıp günde bin defadan on sene boyunca dışını yıkasan içi yine de murdardır. O halde yazık sana ki içinde kibir, haset, bahillik, tamahkârlık, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık ola! Bunca kötülük içinde iken suyla yıkanıp arınman mümkün mü? Bu saydıklarımızdan biri bir kişide bulunsa cümle taat ve ibadeti boşa gider, ya sekizi de bulunursa hâli ne olur?” (s. 33.)
Hacı Bektaş, Tanrı sevgisine, O’na arzuyla ibadet etmeye büyük önem verir. Müslümanların en yüksek zümresi olarak muhib yani âşıkları göstermesi de bundandır. Horasan’da onun doğup yetiştiği Nişapur şehri, gösteriş ve riyadan şiddetle kaçınmak, samimi olmak, Tanrı’ya ulaşmak için aşk ve cezbe yolunu benimsemek temayülüyle meşhur Melâmîlik’in beşiği idi. Hacı Bektaş’ın Tanrı aşkı konusundaki düşüncelerini, aşağıdaki şairâne paragraf göstermektedir:
“Bir velî ne zaman ‘yâ Rabbi’ dese, yüce Tanrı ona ‘lebbeyk’ yani ‘buyur’ diye cevap verir. Bu sesleniş ve cevaptan bir nur çıkar, o nurun şûlesinden yedinci kat göğün altında yüz binlerce çiçek biter, altıncı gök o çiçekleri nuruyla, beşinci gök amber, dördüncü gök abir, üçüncü gök reyhan, ikinci gök misk, birinci gök gül kokusuyla dolar, dünya yüzüne rahmet saçılır, âlemler münevver olur. Yedi kat gökte melekler birbirlerini kutlar, o çiçeklerden toplayıp sekiz cenneti bezerler. Allah’ın sevdiği bir kulun ömrü nihayete erince, melekler o çiçeklerden alıp ona koklatırlar, mest olur, canını bu arada alırlar, hiç ölüm korkusu ve ıstırabı çekmez. Nitekim Mısır hatunları da Yusuf peygamberin güzelliğini görünce hayranlıklarından elma yerine ellerini kestiler fakat farkına varmadılar.” (s. 37.)
Hacı Bektaş’ta sonsuz bir insan sevgisi ve hoşgörürlülük vardır. Ona göre olgun insan toprak gibi mütevazı olmalı, 72 milleti hor görmemeli, ayıplamamalıdır. Dünyadaki bütün canlılara, insanlara ve hayvanlara iyi davranmalı, kötülük yapmamalıdır.
Onun 12 imama ikrarı, tevellâ ve teberrâyı tavsiye ettiği, Şia-i İsnâaşeriye’ye mütemayil olduğu da asılsız bir iddiadır.13
Eserin üslubu, âyet ve hadislerin sık sık delil olarak getirilmesi ve Türkler’e hitap ettiği halde, o devrin alimleri arasındaki teamüle uyularak Arap diliyle yazılması da mânidardır ve Hacı Bektaş’ın muhafazakâr olduğunu göstermektedir.
Hacı Bektaş ve Bektâşîlik fütüvvet yolu ve teşkilatıyla da ilgilidir. “Fütüvvet” yiğitlik, cömertlik, başkalarının iyiliğini kendininkinden önde görmek, feragat ve fedakârlık, felaket karşısında metin ve ağırbaşlı olmak, başkalarının kusurlarını bağışlamak gibi iyi huylara sahip oluşu ifade eden tasavvufî bir terimdir. Daha önceleri İran, Irak, Suriye ve Mısır’da yukarıda zikredilen şövalye ahlâkını şiar edinmiş sosyal bir teşkilat iyice yerleşmiş ve tasavvufla kaynaşmış bulunuyordu. Bu teşkilatın XIII-XIV. asırlarda Anadolu’da da çok canlı bir şekilde mevcut olduğunu görüyoruz. Mesela, o devrin meşhur seyyahı İbni Batûta, seyahati esnasında hep bu teşkilat tarafından konuklanmıştı.
O, “ahî” adı verilen bir şeyhin emrinde toplu halde bulunan, özel kıyafetlere sahip, yolcu ve yabancılara dahi hayret edilecek bir misafirperverlik gösteren, yaşadıkları beldenin asayiş ve emniyetini icabında silah gücüyle koruyan, zalimlerin amansız düşmanı olan, aynı zamanda ticaret-zanaat hayatı ve esnaf gruplarıyla da ilgili bulunan bu teşkilat hakkında enteresan mâlumat verir, ahîleri hararetle över. İşte ilk Bektâşîliğin, bu ahîlikle derin ve samimi irtibatları vardır. Zaten Hacı Bektaş’ın mensup olduğu Horasan Melâmetîliği de doğuşundan itibaren fütüvvet ehli ile kaynaşmış, meşhur birçok mutasavvıf, her iki yolu da birlikte yürütmüştür.14 Hacı Bektaş Velâyetnâmesi Anadolu esnaf ve zanaatçılarının pîri addedilen Ahî Evran ile Hacı Bektaş’ın çok samimi iki dost olduklarını, hatta Ahî Evran’ın, “Kim beni şeyh edindi ise Hacı Bektaş da onun şeyhidir.” dediğini yazar. Gerçekten de ilk Hacı Bektaş muhiblerinin büyük bir kısmı aynı zamanda ahîliğe intisap etmiş, Türkmen kitlelerinin akışına uyarak Anadolu’nun batısına yayılmış Osmanlı fütûhâtına katılmış, Rumeli ve Balkanlar’da yerleşerek oraları Türk kültürü dairesine sokmuşlardır. Bektâşîler’deki tarikata giriş ayini, eşik öpme, kuşak bağlama merasimleri, aynı kâseden müştereken şerbet içme, kıyafetle ilgili teferruat, âyinlerde okunan tercümanlar (dualar) tamamiyle Ahîlik’ten iktibas edilmiştir.15
Hacı Bektaş’ın Yeniçeriler’e duada bulunduğu, kıyafetlerini kutluladığı hakkındaki rivayetler de Kara Rüstem, Seyyid Ali Sultan, Gazi Evrenos, Abdal Musa gibi ilk fütûhâta katılan ve Yeniçeri teşkilatının kurulmasını sağlayan kimselerin ahîlik ve Hacı Bektaş’la irtibatlı olmaları sebebiyle çıkmış görünüyor. Yoksa Hacı Bektaş Yeniçeriler’in zuhurundan, hatta Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan da önce vefat etmiş bulunuyordu.
Yeniçeriler Hacı Bektaş’ı mesleklerinin pîri tanımışlardı. Bazı Osmanlı padişahları ve Rumeli’de çarpışan kuvvetlerin kumandanları gaziler serdarı Hacı Bektaş’ın dergâhına binalar yapmış vakıflar bağlamış, çeşmeler akıtmışlardı. “Hacı Bektaş köçekleri” diye tanınan yeniçerilerin 94. Ortası’nda daima bir Hacı Bektaş vekili bulunur. Değişen Bektâşî babalarının tâcı Yeniçeri ağası tarafından merasimle giydirilirdi. Bu iki teşkilat birbirleriyle yakın ilgi ve sempatileri sebebiyle kader birliği de yapmışlardı. II. Mahmud 1826’da Yeniçeriler’i imha ederken Bektâşî tarikatini de kapatmıştı. Bütün bu hususlar Yeniçeri-Bektâşî ilişkisinin canlı tezahürleridir.
Hacı Bektaş, Mevlânâ, Yunus Emre
Hacı Bektaş, büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile çağdaştır. “Molla Hünkâr” diye anılan Mevlânâ da (1207-1273) Horasan Melâmetîliği’ne mensup olduğundan fikirlerinde yakınlıklar çoktur. İkisi de her cins insana iyi gözle bakan, geniş görüşlü, müsamahakâr, insancıl kimselerdir. Şu kadar var ki Mevlânâ edebiyat dili olan Farsça’yı kullanmış, aydın ve yüksek tabakaya hitap etmiş, Hacı Bektaş ise köylü ve gazilere müessir olmuştur.
Mevlânâ’nın tesiri, bütün Kapadokya’yı kaplamış, Kırşehir’e kadar ulaşmıştı. Onun müntesiplerinden Şeyh Süleymân-ı Türkmânî ve Muhammed-i Aksarâyî bu şehirde Mevlevî tekkeleri kurmuşlardı.16 Kırşehir hakimi olan ve orada 672/1273’te cami ve medrese bina ettiren Emir Nureddin b. Cece de Mevlânâ’nın muhiblerindendi.
Hacı Bektaş’ın da Şeyh İshak adlı bir halifesini bazı dervişleriyle birlikte Konya’ya Mevlânâ’ya gönderdiği Eflâkî (v. 761/1260) tarafından kaydediliyor.17 Burada kaydedilen bu fıkra, biri gösterişten kaçan, dengeli, vakur ve sade bir terbiyeci, diğeri ise coşkun bir şair, kendinden geçmiş bir âşık hüviyetinde olan bu iki mutasavvıfı çok iyi canlandırıyor:
Hacı Bektaş, gönderdiği adamları vasıtasıyla Mevlânâ’ya şöyle der:
“Ne yapıyor ve ne istiyorsun; bu etrafa saldığın velvele nedir? Eğer aradığını buldu isen, maksadın hasıl oldu demektir. Sakinleşip sesini kessene. Eğer bulamadı isen, etrafı birbirine katıp herkesi kendine baktırman ve gürültü çıkarman mânasız bir gösteriş olmuyor mu?”
Hacı Bektaş itiraz ettiği noktada ve yürüttüğü muhakemede haklıdır. Fakat Mevlânâ da münasip bir muhakeme yolu buluyor ve zarif bir şiirle karşılık veriyor:
“Eğer bir sevgilin yok ise neden araştırmıyorsun?
“Eğer sevgiline ulaştı isen neden düğün-bayram etmiyorsun?
“Sakin ve tembel oturmuş ‘Bu ne acayip iş!’ deyip durmadasın,
“Asıl sana şaşmak lazım ki böyle acayip ama zevkli yola düşme arzusu taşımıyorsun.”
Bektâşî ve Mevlevî ilişkileri Hacı Bektaş ve Mevlânâ’dan sonra da devam etmiş, hatta XV. asırda Dîvâne Mehmed Çelebi, Konya’dan Hacıbektaş kasabasını ziyarete gitmiş, yanında Bektâşî dervişlerini bulundurmuştu.18 XV. asırda kaleme alınmış bulunan Hacı Bektaş Velâyetnâmesi’nde de Mevlânâ hakkında dostâne ifadeler kullanıldığını görüyoruz.
Hacı Bektaş’ın yukarıda özetini verdiğimiz fikirlerine, Türk Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre’nin (v. 1320) şiirlerinde aynen tesadüf ediliyor. Yunus da kırk makam, dört kapı, daimî münacaat ve Tanrı’yı müşahede, 72 milleti hor görmemek, içimizdeki rahmanî ve şeytanî kuvvetlerin daimî mücadelesi, her iki cephenin sultan, kumandan ve askerleri, iyi ve kötü huylardan… bahseder.19 Bunların bir kısmının Yunus Divanı’na sonradan sokuşturulduğunu kabul etsek bile,20 diğer bir kısmı er-Risâletü’n-Nushiyye’de aynen bulunduğundan, Hacı Bektaş ile Yunus Emre arasında, doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan kuvvetli bir irtibat bulunduğu asla inkâr olunamaz.
XV. asır şairlerinden Said Emre de şiirlerinde Hacı Bektaş’tan saygıyla bahsetmekte, onun fikir ve terimlerini kullanmaktadır. Bütün bunlar Bektâşîler’in, ilk devirlerden itibaren milli zevke uygun şekiller içinde Türkçe şiirler yazdıklarını, Türk dil ve edebiyatının gelişmesinde büyük rol oynadıklarını gösteren delillerdir.
Araştırıcılar bu hususa özelikle işaret etmekte ve ilk devirlerdeki canlı, yapıcı, saf ve faydalı dervişler ile sonraki bu fonksiyonunu yitirmiş, asıl gaye ve idealden uzaklaşmış kitleler arasında bulunan derin farka önemle dikkati çekmektedirler.21
Netice olarak diyebiliriz ki mürşit, ahlâkçı Hacı Bektaş, muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun mânevî temellerini atan büyük kişilerden biridir. Mevlânâ, aydınlara yazar ve sanatkârlara feyiz menbaı olurken o, bir yandan gazilere serdar, yiğitlere rehber olarak yol göstermiş, sevk ve heyecan vermiş, ülkeler, kıtalar açmış, diğer yandan Yunus’un şahsında gördüğümüz gibi halka yönelmiş, doğrudan doğruya halk irfanına, dolaylı yoldan da Türk dil ve edebiyatına hizmet etmiş, asırlarca milyonların kalbinde yaşamıştır.
* Akademik Makaleler, İstanbul: Server İletişim, 2017, s. 155, 165.
1. Evvelce genellikle 646–738/1248–1337 tarihleri arasında yaşadığı kabul edilmekteydi. Günümüz araştırıcılarından Gölpınarlı ise güvenilir elyazması eserlerden yukarıda verilen tarihleri tespite muvaffak olmuştur. Bk. Gölpınarlı, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî “Vilâyetnâme”, s. 19-20.
2. Eser Süflî Derviş lakaplı Musa b. Ali adlı bir Bektâşî tarafından 844/1440 tarihinde nesir halinde yazılmış; onbeşinci asrın sonunda da Bursalı Firdevsî-i Tavîl tarafından nazma çekilmiştir. Bu manzum nüshanın dilini eski bulan Ali Nihâî b. el-Hâc Mehmed Tevfîk el-Yozgâdî, eseri ikinci kere nazma çekmiştir (nüshası için bk. Ankara İl Halk Kütüphanesi, Eski Eserler Bölümü, nr. 1750). Vilâyetnâme Almanca’ya da tercüme edilmiştir. Bk. Gross, Das Vilayatnâme des Haggi Bektasch, Leipzig 1927.
3. Hünkâr, “hüdâvendigâr” kelimesinden bozmadır ve “hükümdar, sultan, efendi” anlamlarına gelir. Hacı Bektaş’ın asıl adı Muhammed’dir.
4. Bk. Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 204.
5. Bugün Nevşehir vilayetine bağlı Hacı Bektaş ilçesi.
6. Bk. Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, II, (Ankara 1942), s. 279-386.
7. Babaîlerin, Ahîler’in ve Horasanî denilen kimselerin ona sempati besledikleri muhakkaktır. Biz Menakıbnâme’de bu konuda zikredilenlerin -mübalağalı da olsa- bir gerçeği ifade ettiğine inanıyoruz.
8. Bk. Birge, The Bektashi Order of Dervishes, s. 40-41. Bu oldukça dikkatli hazırlanmış tetkik içindeki mâlumat artık kısmen eskimiş bulunduğu halde 1965’te aynen tekrar basılmıştır.
9. Bk. Hamid Zübeyr, “Hacı Bektâş Tekkesi”, Türkiyat Mecmuası II, (1926), s. 365-382; Noyan, Hacı Bektâş’ta Pirevi ve Diğer Ziyaret Yerleri, İzmir 1964.
10. Hacı Bektaş’ın Tire’de bulunduğu söylenen [Köprülü, “Les Origines du Bektachisme”, ayrıbasım Paris 1926, tercümesi: Türk Yurdu, II, (Mayıs 1341) nr. 8] Fâtiha Sûresi Tefsîri’ni orada bulamadık. Bir nüshası İstanbul Üniversite Kütüphanesi Farsça yazmalar, 55 numarada kayıtlı Fevâid (Türkçe tercümesi: Hünkâr Hazreti Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vasiyetnâmesi, İstanbul 1959) ile Makâlât-ı Gaybiye ve Kelimât-ı Ayniye’nin, Hacı Bektaş’a atfedilen uydurma eserler oldukları belirtilmektedir. (Bk. Türk Ansiklopedisi, “Bektâş” maddesi). “Hacı Bektaş ismini taşıyan bazı şiirlerin ise (Bk. mesela, Rieu, Catalogue of the Turkish Manuscripts in the British Museum, s. 261b) daha sonra yaşamış bir başka şahsa ait olduğu muhakkaktır. Hacı Bektaş’ın bir şathiyyesi 1091/1680’de Enverî tarafından yer yer şiirlerle süslenerek şerh edilmiş ve esere Tuhfetü’s-sâlikîn adı verilmiştir. Bir ara Hacı Bektaş’a ait bir Kırk Hadis Şerhi bulunduğu da iddia edilmişti (Bk. Gölpınarlı, Yûnus Emre Hayatı, s. 302).
11. Makâlât’ın Arapça olan aslı bütünüyle ele geçmemişse de 40 makamdan bahseden bölümü şahsî kitaplığımızdaki bir elyazmasında bulunuyor. Eser XIV. veya XV. asır başında Türkçe’ye çevrilmiştir ve bu mensur tercümenin kütüphanelerde birçok yazmaları mevcuttur. İki defa eski harflerle İstanbul’da basılmış, bir kere de yeni harflerle neşredilmiştir (Sefer Aytekin, Hacı Bektâş-ı Velî Makâlât, Ankara 1954). Yine bu mensur tercüme 812/1409’da Taceddin Hatiboğlu adlı bir müderris tarafından İznik’te nazma çekilmiş, dedesi Ahî ve belki de Bektâşî olan meşhur Çandarlı II. Halil Bey’e sunulmuştur (Bk. Coşan, Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri, s. 3-29).
12. Eflâkî Dede, Menâkıbü’l-Ârifîn, (yazılışı 1318), Tahsin Yazıcı tarafından neşredilen metin 497-499 ve 381-383, Türkçe tercüme I, 539-540 ve I, 411-414.
13. Tevellâ ve teberrâ, Hz. Ali’nin ve sülalesinin dostlarını, taraflarını sevmek; düşmanlarına karşı olmak, sevmemek anlamına gelen iki kelime olup Şii mezhebinin prensiplerindendir. Şia-i İsnâaşeriye ise Şiiler’in 12 imam kabul eden kolu demektir. Hacı Bektaş hakkındaki bu isnatlar ilk önce merhum Fuat Köprülü tarafından, manzum Makâlât Tercümesi’nin Emniyet Umum Müdürlüğü’ndeki nüshasında bulunan bazı beyitlere dayanılarak ileri sürülmüş (“Anadolu’da İslâmiyet”, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sy. 4, 5, 6, (İstanbul 1922), s. 87) daha sonra bütün araştırıcılar tarafından tekrarlanmıştır. Halbuki dayanılan beyitler, eserin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nce yayınlanan daha eski ve tam nüshasında bulunmadığı, metne müstensih tarafından sokulduğu, en önemlisi Makâlât’ın içinde değil mütercim ve nâzım olan Hatiboğlu’nun esere eklediği önsözde yer aldığı için iddia mesnetten mahrum kalmaktadır.
14. Mesela, büyük mutasavvıf Ebû Abdirrahman es-Sülemî (v. 412/1021) aynı zamanda konu ile ilgili eserler de yazmıştır.
15. Bk. Gölpınarlı, “İslâm-Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI, s. 6-354; Çağatay, “Fütüvvet-Ahî Müessesesinin Menşei Meselesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1, s. 59-68; sy. 2, s. 61–84; Kafesoğlu, ”Selçuklular”, İslâm Ansiklopedisi, X, 408.
16. Bk. Darkot, “Kırşehir”, İslâm Ansiklopedisi, VI, 765.
17. Bk. Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn, I, 411-414.
18. Bk. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 115, 302 vs.
19. Bk. Gölpınarlı, Yûnus Emre ve Tasavvuf, s. 121–126, 171 vs.
20. Bk. Tekindağ, “Büyük Türk Mutasavvıfı Yûnus Emre Hakkında Araştırmalar”, TTK Belleten, XXX, nr. 117 (Ocak 1966), s. 59-90
21. Bk. Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, II (Ankara 1942) s. 279-386,