Çeşitli milletlere mensup olan İslâm ümmeti, çeşitli milletler, çeşitli kültürler, çeşitli görgüler, bilgiler, âdetler, örfler demektir. Çeşitli kafalar demektir. Hadis-i şerifler İslâm ümmetinde bir kültür birliği meydana getirmiştir, bir davranış birliği sağlamıştır. Milletleri ümmet olarak kaynaştırmıştır. Onları bid'atlara sapmaktan korumuştur. Dejenerasyondan, başka yabancı kültürlerin içinde entegre olmaktan, onlara uymaktan, erimekten, bozulmaktan korumuştur.
Elhamdülillâhi hakka hamdihî ve's-salâtü ve's-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Sünnet-i seniyye-i nebeviyyenin bugünkü hayatımızda, Müslümanın hayatındaki yeri ve önemi üzerinde açıklamalara geçmeden önce, sünnet kelimesini hatırlayalım.
Sünnet kelimesi genel olarak, “senne” fiilinden çıkıyor; Arapçada "bir yol tutturmak, bir âdeti devam ettirmek" manasına geliyor. Onun için Efendimiz (sav) buyurmuşlar ki:
Men senne fi'l-İslâmi sünneten haseneten fe-umile bihâ ba'dehû, kütibe lehû mislü ecri men amile bihâ ve lâ yenkusu min ücûrihim şey'ün.
"Kim Müslümanlıkta güzel bir yol tutturur, güzel bir âdet ortaya çıkarır ve bu güzel yol kendisinden sonra sürdürülürse, o yolda gidenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin bir misli de o âdeti ortaya çıkarana yazılır."
Aksi de var:
Ve men senne fi'l-İslâmi sünneten seyyieten fe-umile bihâ ba'dehû, kütibe aleyhi misli vizri men amile bihâ ve lâ yenkusu min evzârihim şey'ün.
"Kim kötü bir çığır açar, kötü bir yol tutturur, o çığırdan da ondan sonra başkaları yürürse; o yürüyenlerin günahından bir şey eksilmeksizin, bir misli de bu ilk açana yüklenir."
Genel manası bu. Özel birkaç manası daha var. Başta gelen anlamı; Peygamber (sav) Efendimizin bize dinimizde örnek olan sözleri, fiilleri ve hatta takriri… Karşısında bir şey yapıldığı zaman, men etmemişse, müdahale edip durdurmamışsa, düzeltmemişse, yanlışlığını vurgulamamışsa; demek ki bir yanlışlık yok, yapılabilir, demektir. Sükûtu dahi bir mana ifade ediyor. O da bizim için bir kaynak, bir delil, hükmün çıkarılması için bir sebep oluyor.
Sözleri doğrudan doğruya anlaşılır bir kaynak; söz söylememiş olsa, bazı hareketleri yapmış olsa, o yapmış olduğu hareketler de bizim için bir örnek. "Efendimiz oturarak su içti, Efendimiz haccı ifa ederken falanca yerde şöyle davrandı." şeklinde rivayetlerle davranışları dahi bu işin içine giriyor. Burada, "sünnetin önemi" denildiği zaman kastedilen bu. Peygamber Efendimizin bize örnek olan, bizim kendisinden istifade edeceğimiz ve kendisine uymamız gereken sözleri, hareketleri, sükûtu, takriri.
Bir de fıkıhta sünnet kelimesi var. Ef'âl-i mükellefîn, kulların fiillerinin sevap ve günah bakımından değerlerini ifade eden terminoloji sırasında farz var, vâcib var, sünnet var, müstehab var. Onlardan birisi olarak "şu sünnettir" demek, "Peygamber (sav) Efendimizin yaptığı bir şeydir ama farz gibi değildir; farzdan daha sonra, edille-i şer'iyye’nin içinde, ikinci, üçüncü sırada gelen" manasına.
Tabii bunun dışında sosyal hayatımızda başka anlamları var. Türkiye'de "sünnet olmak" denilince, çocukların bir tatlı hatırası hatıra gelebiliyor. O da Efendimiz (sav) hazretlerinin o tıbbî operasyonu çocuklar üzerinde tavsiye etmesinden ve hadis-i şerifinde, "On şey fıtrattandır, bunları yapmak lazımdır." diye işaret buyurmasından. Bu on şeyin içinde; koltuk altı kıllarının izale edilmesi, tırnakların kesilmesi vesaire arasında bir de "sünnet edilmek" var. Ona Arapçada sünnet demiyorlar, hıtân diyorlar. Türkçede "sünnet" diye yerleşmiş. Çünkü büyüklerimiz birtakım fiilleri sevdirmek istemişler, yapılışındaki niyetin ne olduğunu öne çıkarmak istemişler, o isimle isimlendirmişler.
Dinimizde sünnetin ehemmiyeti çok büyüktür, bu hiç şek ve şüphe kabul etmez, münakaşa götürmez bir açıklıkla ortadadır. Pek çok âyet-i kerime var; her bakımdan Resûlullah (sav) Efendimize ittibâ etmemizi, uymamızı bize kuvvetli bir şekilde emrediyor. Onlardan birkaç tanesini numune olmak üzere zikretmek isterim. Çok açık ve kısa bir ifade ile âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
Sonra:
Ve mâ kâne li-mü'minin ve lâ mü'minetin izâ kada'l-lâhu ve Resûlühû emran en yekûne lehümü'l-hıyeratü min emrihim.2
"Allah ve Resûlü bir mü'min erkeğe veya hanıma; ‘şunu şöyle yap, bunu böyle yapman lazım gelir' diye bir hükmü hükmettiği zaman..."
Allah'ın hükmü vahiy indirmek sûretiyledir, Peygamber (sav) Efendimizin hükmü de o kişi hakkında, o olay üzerinde onun hakemliği iledir, ona karar vermesi iledir. "Bir mü'min erkek veya hanım için kendisi hakkında bir hüküm, Allah ve Resûlullah tarafından açıkça beyan edildiği zaman, artık kendisinin bir seçme hakkı, tercih hakkı veya yapıp yapmama durumu bahis konusu olamaz." O işi Resûlullah'ın emrettiği şekilde yapması lazımdır. Yapmadığı takdirde günahkâr olur.
Bu sadece Peygamber (sav) Efendimiz hakkında özel bir durum değildir. Buyuruluyor ki:
Ve mâ erselnâ min Resûlin illâ li-yutâa bi-izni'l-lâh.3
"Biz hiçbir peygamberi başka bir maksatla göndermedik ancak ‘kendisine itaat edilsin' diye gönderdik."
Peygamberler boşuna gönderilmiş; sözüne, hükmüne, emrine itibar edilmeyen kimseler değildir. Peygamberler, "itaat edilsin" diye gönderilmiş kişilerdir. Bütün peygamberler böyledir. Bütün peygamberler, hangi ümmete gelmişse, hangi insanların peygamberiyse, onların ona itaat etmesi kanûn-ı ilâhîdir. Allah'ın emri böyledir.
Felâ ve Rabbike lâ yü'minûne hattâ yühakkimûke fî mâ şecera beynehüm. Sümme lâ yecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kadayte ve yüsellimû teslîmâ.4
"Hayır! İş sizin sandığınız gibi değil, sizin zihninizde tasavvur ettiğiniz gibi, düşündüğünüz gibi değil; insanlar, o mü'minim diyen kimseler, ‘iman ettik' deyip Resûlullah'ın etrafında toplanan insanlar, gerçekten iman etmiş olmazlar. Ey Resûlüm! Seni aralarındaki ihtilaflı konularda hakem kabul etmedikçe." "Resûlullah'a gidelim; ne derse "âmennâ ve saddaknâ" deyip kabul edelim." demedikçe, böyle bir teslimiyet içinde olmadıkça; Senin verdiğin hükümde de içlerinde bir eziklik, bir kabul etmeme duygusu, bir hoşnutsuzluk da olmamak şartıyla, böyle bir teslimiyetle teslim olmadıkça gerçek bir mü’min olmuş olmazlar." deniliyor bu âyet-i kerimede.
Demek ki Resûlullah ne derse hem kabul edecekler hem de içlerinde bir itiraz duygusu tahakkuk etmeyecek. "Tamam, madem Resûlullah böyle emretmiş, öyle olsun." diyecekler; lehlerine de olsa, aleyhlerine de olsa öyle yapacaklar.
Bunun mükâfatı nedir?
Ve men yutıi'l-lâhe ve'r-resûle fe-ülâike mea'l-lezîne en'ame'l-lâhu aleyhim mine'n-nebiyyîne ve's-sıddîkîne ve'ş-şühedâi ve's-sâlihîn ve hasüne ülâike refîkâ.5
"Kim Allah'a itaat ederse ve Resûlullah'a itaat ederse; işte bu itaat eden kimseler, kendilerine Allah'ın lûtfettiği, ikram ettiği, ihsan eylediği kimselerin yanında olacaklardır." Âyet-i kerime Allah'ın in'am ettiği kimseleri de sıralıyor: "Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihler."
Allah'a ve Resûlullah'a itaat eden kimseler peygamberlerle beraber olacak; sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraber olacaklar. Mükâfatı bu kadar yüksek olacak.
Resûlullah (sav) Efendimiz, diğer insanların pozisyonunda, durumunda, hilkatinde ve ahlâkında değildir.
Ve mâ yentıku ani'l-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.6
"Resûlullah hevâ-ı nefsinden, boşuna konuşan bir insan değildir, konuşmaları boş sözler olamaz."
Hani, "canım beşerdir" dersiniz, öyle değil! Resûlullah boşuna konuşmaz, konuştukları Allah'ın vahyidir. İslâm âlimleri vahyi ikiye ayırır:
1. Vahy-i metlûv. Tilâvet edilmiş olan vahiy, Kur’ân-ı Kerîm.
2. Vahy-i gayri metlûv. Tilâvet edilmemiş olan vahiy. O da Peygamber Efendimizin kalb-i şerîfine Allah tarafından ilham edilmiş olan manaları, Resûlullah’ın (sav) kendi cümleleri ile insanlara anlatması; yani sünnet-i seniyye-i nebeviyye, Peygamber Efendimizin sözleri. O da boş değildir, sebepsiz değildir.
Resûlullah hakkında başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
Velev tekavvele aleynâ ba'da'l-ekâvîl. Le-ehaznâ minhü bi'l-yemîn. Sümme le-kata'nâ minhü'l-vetîn.7
"Eğer sizin tasavvur ettiğiniz gibi veya bir muhal durum olarak, Allah'a, Allah'ın söylemediği bazı sözleri isnat eden bir kimse olsaydı; ‘Allah söyledi' diyerek kendisinin uydurduğu birtakım sözler söylemesi durumu bahis konusu olsaydı, O’nu tutardık, sonra onun şah damarını parçalardık. Ciğerini sökerdik, kalbini parça parça ederdik, mahvederdik, kahrederdik; böyle bir şeyi yaptırmazdık." deniliyor.
Allahu Teâlâ hazretleri Efendimizi, "Allah'ın emirlerini, buyruklarını kullarına iletsin." diye böyle güzel bir ahlâkla ve ciddiyetle seçip göndermiş, görevlendirmiş; bunlardan anlıyoruz. Allah'ın Peygamber Efendimizi bu tarzda, bu çerçeve içinde göndermesi, âlemlere bir rahmettir. Buradaki rahmetin manası da bizim Türkçedeki anlamı değildir; "merhamet" manasınadır. Allahu Teâlâ hazretleri kullarına acıdığı için, merhametinden dolayı Peygamber Efendimizi göndermiştir. Çünkü eğer peygamber gelmemiş olsaydı, kullar Allah'ın rızasına uygun hareket edemeyeceklerdi. Edemeyince Allah'ın gazabına uğrayıp ahirette cezaya uğrayacaklardı, cehenneme düşeceklerdi. Allah kullarına acıdığından, merhamet ettiğinden peygamber gönderiyor; peygamberi vasıtasıyla onlara rızasının yollarını öğretiyor.
Eski ümmetlerden, Yahudilerden, gayrimüslimlerden bazıları Resûlullah Efendimizin peygamberliğine direnmişler; "Biz Allah'ın sevgili kullarıyız, Allah'ı seven kullarız, onun yolundayız. Bizim kendi yolumuz bize yeter." gibi bir tavır takınmışlardır. Onlar hakkında âyet-i kerime inmiştir. Cevap olarak Allah tarafından buyurulmuştur ki:
Kul in küntüm tuhibbûna'l-lâhe fettebiûnî yuhbibkümü'l-lâhu ve yağfir leküm zünûbeküm.8
"Ey Resulüm! Sen onlara söyle: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun da Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!” buyurmuştur.
Demek ki Resûlullah'a ittibâ, Allah'ın kulu sevme vesilesidir. Bunlar bu konudaki âyet-i kerimeler. Tabii bu kadar âyet sıralamaya lüzum yoktur; bir mü'min için bir âyet-i kerime yahut da bir âyet-i kerimedeki bir işaret kâfidir. Emrin müteaddit olması da gerekmez, bir emir dahi yeter. Fakat emrin çok olması, işin ehemmiyetinin daha büyük olduğunu gösteriyor.
O bakımdan Kur’ân-ı Kerîm bize Resûlullah’a (sav) her yönden uymamız gerektiğini, hükmüne rıza göstermemiz gerektiğini, ona itiraz duygusu içinde olmamamız gerektiğini çok net olarak göstermiştir; bizden böyle yapmamızı istemiştir.
Peygamber (sav) Efendimiz, Allah'ın kendisine; "Bildir ey Resûlüm!" dediği şeyleri bildirirdi. Mesela diyor ki:
Ene seyyidü'l-Arab lâ fahri vea. "Ben Arab'ın efendisiyim, övünmek yok."
Ene seyyidü benî Âdem ve lâ fahra. "Ben âdemoğlunun efendisiyim, övünmek yok." "Övünmek maksadıyla söylemiyorum, Allah emrettiği için söylüyorum, makamım budur." manasına.
Ve'l-lezî nefsî bi-yedihî lâ yü'minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ve'n-nâsi ecmaîn.
Sahih hadis-i şeriftir; Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
"Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki... -Yani isterse benim canımı alır, öldürür, isterse beni yaşatır.- İşte şu canımın elinde olduğu Allah'a yemin olsun ki ben onun yanında babasından da, evladından da, sevilebilecek bütün insanlardan da daha sevgili duruma gelmedikçe sizden biriniz gerçek mü'min olmuş olamaz."
İnsan Resûlullah'ı babasından da, anasından da, evladından da, hayat arkadaşı olan eşinden de, dostundan da, sevebildiği diğer kimselerden de daha fazla sevecek. "Böyle olmadığı zaman gerçek mü'min olamaz, hakiki imana kavuşmuş bir insan olamaz." diye buyuruluyor.
Buhârî, Müslim ve Neseî'de mevcut olan bir hadis-i şerifte, bu bizim meselelerimiz çok net olarak özetleniyor. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav) buyuruyor ki:
Men etâanî fe-kad etâa'l-lâh. "Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."
Onun için Resûlullah’a (sav) itiraz, karşı gelmek, âsi olmak bahis konusu değildir; "mutlak bir itaatle itaat etmek" mü'minin tam mü'min olmasının şartıdır.
Bu gerçek; Resûlullah'ın sözüne, hareketlerine çok dikkat etmeyi icap ettiriyor. Yaşamdaki bütün davranışları, her şeyi ona uydurmak gerektiğini gösteriyor.
Bid'at sahibi, bid'atı ortaya çıkaran kimse, hadis-i şeriflerde çok ağır bir şekilde itham ediliyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
İyyâküm ve'l-bida'a. "Sakın dinde uydurma şeyler çıkarmayın! Kendi aklınızdan, fikrinizden, mantığınızdan bir şeyler çıkarmayın!"
Fe-inne külle bid'atin dalâletün. "Çünkü her bid'at sapıklıktır."
Ve külle dalâletin tasîru ile'n-nâr. "Her sapıklık da sonunda cehenneme gider, sahibini de cehenneme götürür."
Binaenaleyh, insanın dinde kendi bildiğine bir şey çıkarmaması, Efendimizin çizdiği çizgide yürümesi lazım geliyor.
İnna'l-lâhe lâ yakbelü li-sâhibi bid'atin savmen ve lâ salâten ve lâ sadakaten ve lâ haccen ve lâ umreten ve lâ cihâden ve lâ sarfen ve lâ adlâ, hattâ yahruce mine'l-İslâmi kemâ tahrucü'ş-şa'ratü mine'l-acîn.
Bu, Deylemî'nin ve İbn Mâce'nin Huzeyfe (ra)'den rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir:
"Allahu Teâlâ hazretleri bid'at sahibinin, yani sünnete uymayan, kendi bildiğine birtakım şeyler ortaya koyan kimsenin herhangi bir orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını kabul etmez. -Halbuki cihat, Allah yolunda büyük bir fedakârlıktır- Hiçbir şeyini kabul etmez. Ve o kişi, kılın hamurun içinden sıyrılıp çıktığı gibi İslâm'dan sıyrılıp çıkar, gider."
Demek ki bu da aksine hareket edenlerin, yani sünnete uymayan, bid'at ehli olan kimselerin tehlikesini bildiriyor.
İslâm âlimleri bu âyetlerden, Peygamber (sav) Efendimizin bu hadis-i şeriflerinden gereken tavrı öğrenmişlerdir, anlamışlardır. Sahabe-i kirâmdan itibaren; Peygamber (sav) Efendimize yetişmiş, onu görmüş, onun çevresinde bulunmuş Müslümanlardan itibaren âlimler Resûlullah'ın hayatını çok dikkatle takip etmişlerdir. Tespitlerini, müşahedelerini, gördüklerini, duyduklarını, çok ilmî metotlarla tespit etmişler, yazıya geçirmişlerdir. Resûlullah'ın hayatını, sözlerini son derece mükemmel ve teferruatlı bir şekilde bize intikal ettirmişlerdir.
Onların bu hususta, işi sağlam yapma hususunda, ilim âleminde ortaya koydukları kendilerine mahsus usûller vardır. Bir kere hadisin senedi vardır. Hadisin bir kendisi vardır, metni vardır; bir de o metnin, o rivayetin, o hükmün kimin tarafından duyulup geldiğini bildiren sened, isnad zinciri vardır. Hangi sahabe duymuş, kime söylemiş, o kime söylemiş, hadis mecmuasını yazan kimseye gelinceye kadar kimin kulağından, dilinden, aklından geçerek gelmişse bunların hepsi tespit edilmiştir.
Mesela Buhârî hakkında söyleyelim: Buhârî'nin bir sened zinciri var, "Ben bu hadisi şuradan duydum, o Hemmâm b. Münebbih'ten duydu, o falancadan duydu, o filancadan duydu." diye. Aradaki şahısların eserleri ortada yokken, bazı kimseler itiraz etmişlerdir, "Buhârî bunları belki doğru tespit etmedi." gibi. Fakat sonradan bulunan, -Hemmam b. Münebbih'in sahifesi gibi- tamamlayıcı metinlerle, Buhârî'nin gerçekten dediği gibi, çok sıhhatli bir şekilde bu metinleri tespit ettiği ispatlanmıştır.
Onlar gerçekten şahısları tenkit ederek, cerh ve ta'dil kitapları yazarak, sıhhatli rivayetleri toplamışlardır. Mesela bir kimse iyi bir insan olabilir ama ahir ömründe hafızası zayıflar, hadisleri karıştırır; onu dahi, "Ömrünün sonuna doğru bunun hafızası biraz zayıflamıştır, bazı şeyleri birbirine karıştırabilir." gibi teferruatıyla yazmışlardır.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir şahsa, Resûlullah (sav) hazretlerinin hayatının detayıyla, teferruatıyla tespit edilmek nasip olmamıştır. Dünya tarihinde şu güne gelinceye kadar hiçbir beşere nasip olmamış bir genişlikle, Resûlullah Efendimizin hayatı tespit edilmiştir: Gece ne yaptı, gündüz ne yaptı, evlendiği zaman ne yaptı, hanımıyla ne konuştu? Yemeği nasıl yedi, elini nasıl yıkadı, tuvalete nasıl gitti, nasıl geldi? Hiçbir beşerin hayatı bu kadar detaylı olarak tespit edilmemiştir.
Bir âlim "bir tek hadis-i şerifi duyacağım" diye, "bir tek hadis-i şerifi dinleyeceğim" diye bir ülkeye ziyarete gitmiştir. Tabii uçakla değil, o zamanın imkânlarıyla, yaya olarak, bin bir meşakkatle ama o meşakkatin sevabını Allah'tan bekleyerek, toza toprağa bulanarak, "Falanca şahıs Resûlullah (sav) Efendimizin bir hadis-i şerifini biliyormuş." diye Horasan'dan Kahire'ye gitmiştir, Irak'a gitmiştir. O kadar gayret göstermişlerdir.
Mâlikî mezhebinin imamı İmam Mâlik b. Enes (rh.a) aynı zamanda fakih idi, müftü idi. Herkesin her yönden kendisini ziyaret ettiği renkli bir şahsiyeti vardı. Büyük bir kişi idi, zamanın sultanlarının kendisine itibar ettiği bir kimse idi. Birisi kapısını çaldığı zaman sorardı:
"Hoş geldiniz. Niçin geldiniz? Maksadınız, arzunuz nedir?"
"Efendim, ben bir fıkıh meselesi sormak istiyorum. Başımdan bir olay geçti de bu hususta fetva istiyorum." gibi bir şey olursa, "Söyle evladım." der, soruyu dinler, cevabı verirmiş.
Kendisi aynı zamanda hadis âlimiydi, hadis rivayet ederdi. Hadis râvîsi. Kendisi hadis toplamış, başka tarafa rivayet ediyor, nakledici.
"Ey imam! Biz senden hadis dinlemeye, hadis rivayeti almaya geldik." dedikleri zaman, "İçeri buyurun." derdi. Adamlar içeri girerlerdi. Arapların misafire en güzel ikramı buhurdandır. En pahalı buhurdanı yakıp götürürdü. Bilmiyorum hacca gidenler gördüler mi? Ramazan'da Suudi Arabistan'a gidenler görmüşlerdir. En ön sıralarda oturan, en zengin, itibarlı, âlim, yüksek şahsiyetlere buhurdanları getirirler, onlar koklarlar. Başörtülerini de böyle yanlara tutarak içlerine çekmeleri, nefes almaları, kendilerine mahsus bir şey. "Millet biraz güzel koku ile tavaf yapmış olsun." diye Kâbe'nin etrafını böyle buhurdanla tavaf ederler.
Odada buhur yaktırırdı, güzel koku yaktırırdı. Kendisi içeride gusül abdesti alırdı. Zaten abdestli mübarek zât, zaten temiz ama sırf hadis rivayet etmeye duyduğu hürmetten, saygıdan dolayı "hadis rivayet edeceğim" diye gusül abdesti alırdı. En güzel bayramlık elbisesini giyerdi, en güzel sarığını sarardı. Salona en güzel rahleyi kurdururdu. Üstüne en pahalı, en güzel örtüyü örttürürdü. Oraya geçerdi, dinleyecekleri de gayet ciddiyetle karşısına oturturdu.
"Ben falancadan işittim. Resûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu." diye, tane tane, harf harf okurdu. Onlar da yazarlardı. Yazdıklarını kontrol ederdi, ondan sonra, "Tamam, siz benden bu hadisi rivayet edebilirsiniz." diye icazet verirdi. Hadis âlimlerinin metodu budur, hadis toplamaları bu tarzda olmuştur.
Hadis toplayan bir âlimi anlatırlar; bu konu da önemli. "Bir hadis rivayet eden şahıs var" diyorlar. Talebeleriyle kalkıp gidiyor. O şahsın beldesine, şehrine geliyorlar, o adamı tarlada buluyorlar. Eline otu almış, atına gösteriyor. Atı da "otu yiyeceğim" diye yanına gelince, dizgininden tutuyor, otu vermiyor. Yakalamak için ata bir oyun yapmış, ot göstermiş fakat otu yedirmemiş.
Talebeleriyle ondan hadis yazmaya gelen şahıs, "Bu adamdan hadis alamayız. Çünkü bu atını aldattı, kendisinin güvenirlik vasfında şaibe var. Binaenaleyh bundan hadis yazamayız!" diyor ve geri dönüyor.
O kadar ciddiyetle çalışmışlardır; bu onu gösteriyor.
Onun için Peygamberimiz hakkında binlerce hadis kitabı vardır, milyonlarca hadis-i şerif vardır. Çünkü herkes gözünü dört açmış, pür dikkat Resûlullah Efendimizi dinlemiş ve bunu güzel bir şekilde rivayet etmeye çalışmıştır.
Yüzlerce ciltlik hadis koleksiyonlarına sahibiz. Hadis-i şeriflerin kelime kelime bulunması için kolaylık sağlayan kitaplar hazırlanmıştır. El-Mu'cemül-Müfehres li-elfâzi'l-hadîsi'n-Nebeviyye Konkordans gibi eserler hazırlanmıştır.
Bugün karşılaştığımız meseleler içinde dahi yeni eski hiçbir mesele yoktur ki -hadis-i şerifleri tam bilirseniz, tam okumuşsanız- onun bir cevabı olmasın. Karşılaştığınız bir sosyal mesele, bir ihtilâf, bir fitne, bir sivri fikir, aykırı fikir. Mutlaka onun hakkında bir bilgi vardır. Hadis-i şerif dünyası, âlemi o kadar zengin bir muhtevaya sahiptir.
Bu çalışmalar ve hadis-i şeriflerin böyle toplanmış olması, Kur’ân-ı Kerîm'in en iyi şekilde anlaşılmasına yol açmıştır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah'a inmiştir ve Kur’ân-ı Kerîm'in ahkâmını yaşamayı Resûlullah Efendimiz ilk önce kendi üzerinde denemiştir. Yaşanmasını sağlamak için açıklamaları Resûlullah Efendimiz yapmıştır.
Binaenaleyh eğer hadis-i şerifler olmasaydı, biz zekâtı nereden, ne kadar vereceğimizi katiyyen bilemezdik. Namazı nasıl kılacağımızı katiyyen tayin edemezdik. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'de "namaz kılın, zekât verin" diyor ama detay hadis-i şeriftedir. Binaenaleyh bu güzel gayretler, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesi, hadis-i şerifler, Kur’ân-ı Kerîm'in en iyi anlaşılmasını ve hayata en güzel tarzda uygulanmasını sağlamıştır.
Onun için dinimizin en önde gelen kaynağı Kur’ân-ı Kerîm'den sonra -hatta Kur’ân-ı Kerîm'i de açıkladığı için birinci de diyebiliriz- en önde gelen kaynağı, sünnet-i seniyye-i nebeviyyedir.
Çeşitli milletlere mensup olan İslâm ümmeti, çeşitli milletler, çeşitli kültürler, çeşitli görgüler, bilgiler, âdetler, örfler demektir. Çeşitli kafalar demektir. Hadis-i şerifler İslâm ümmetinde bir kültür birliği meydana getirmiştir, bir davranış birliği sağlamıştır. Milletleri ümmet olarak kaynaştırmıştır. Onları bid'atlara sapmaktan korumuştur. Dejenerasyondan, başka yabancı kültürlerin içinde entegre olmaktan, onlara uymaktan, erimekten, bozulmaktan korumuştur.
Onun için bir Pakistanlı ile bir Sudanlı ile bir Mısırlı ile bir Cezayirli ile Balkanlardaki bir Müslümanla, hadisi iyi bilen bir insanla, her yönden çok rahat uyuşabilir, anlaşabilirsiniz. Çünkü kültür birliği meydana gelmiştir. Hadis-i şeriflerden doğan bir beraberlik, zevk birliği, davranış birliği, yaşam şekli birliği meydana gelmiştir. İslâm dinini eski dinlerin başına gelen bozulmalardan, tahrifattan, tağyirattan korumuştur. Hadis-i şeriflerin bu kadar kuvvetli bir şekilde korunması, İslâm dininin tahrifata uğramasını engellemiştir, dini muhafaza etmiştir.
Bunun önemini anlamak için zamanları mukayese edelim: Peygamber (sav) Efendimizle bizim şu asrımız arasında on dört asır geçmiştir. Ama Hz. İsa devrinin üzerinden daha bir asır geçmeden Hristiyanlık dejenere olmuştur ve Hristiyanların arasında Hz. İsa'nın asla razı olmayacağı akideler çıkmıştır. Hz. İsa hiçbir şekilde, "Ben Allah'ın oğluyum." dememiştir. "Allah'ı bırakıp da bana ibadet edin." dememiştir. Bunların hepsi sonradan, çok kısa bir zamanda, Hz. İsa'ya rağmen, Hz. İsa'nın rızasına aykırı olarak ortaya çıkmıştır.
Öteki dinlerde de dejenerasyon vardır. Bizim rahmetli Hikmet Tanyu, Dinler Tarihi profesörü, Zerdüşt'ün bile aslında bir peygamber olduğunu söylerdi. Aslında Zerdüşt bir peygamber iken, Zerdüştîlik ateşperestliğe dönmüştür. [Muhammed] Hamidullah Bey, Buda'nın bir peygamber olduğunu söylerdi. Ondan sonra Budizm bir putperestliğe dönmüştür. Bizim dilimizdeki put kelimesi, Buda kelimesi ile ilgilidir. Özel isim dönmüştür cins isim olmuştur; bizim dilimizde sanemin, fetişin, Allah'tan gayrı tapınılan bir objenin adı haline gelmiştir.
Demek ki dinlerde dejenerasyon oluyor, bozulma oluyor. Kur’ân-ı Kerîm kıssalarından biliyorsunuz, Hz. Musa'nın zamanında Yahudiler bozulmuştur. Sağlığında kendisi Tur dağında vahiy telâkki ederken, kavmi aşağıda ziynet eşyalarını toplayıp buzağı heykeli yapmıştır. Sâmirî isimli putperest sanatkâr;
Fe-ahrace lehüm ıclen ceseden lehû huvâr.9 "Böğürme sesi çıkaran, altından bir buzağı heykeli yapmıştır."
O da bir sanat. İçeriden öyle bir hava akımı oluyor ki bir taraftan giren hava öbür taraftan çıkarken buzağı sesini oluşturuyor. Hani dümdüz neyden biz ses çıkaramıyoruz ama sanatkârlar neye üfürüp gayet güzel makamlarda parçalar çıkarabiliyorlar.
Tabii sadece böğürüyor. Böğürmekten ne olacak? Kıpırdamıyor, hareketi yok, faydası yok, zararı yok. Eski kültürün, Mısırlılardan bulaşmış olan hastalıkların etkisiyle daha Hz. Musa'nın zamanında, hâl-i hayatında dejenerasyon olmuştur.
Mısırlılar öküze taparlardı, daha birçok şeylere taparlardı; timsah tanrıları var, öküz tanrıları var, köpek başı şeklinde ölüm tanrıları var. Horus isimli kartal başlı tanrıları var, şimdi Mısır Havayolları'nın amblemidir. Maalesef o kartal başlı Horus putunu amblem olarak almışlardır.
Bu dejenerasyon İslâm'da olmamıştır. Şayan-ı şükran, elhamdülillah, iyi ki olmamış. Neden olmamıştır? Çünkü hadisçiler vardır. Çünkü sünnet-i seniyye-i nebeviyye güzel tespit edilmiştir.
Müslümanları değiştirmenin, İslâm'dan uzaklaştırmanın yolu, hadisi yıkmaktan, sünnet-i seniyye ile mücadele etmekten geçer. Bunu çok iyi bildikleri için, İslâm düşmanları, misyonerler, müsteşrikler de Müslümanları kandırmak için, Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şerifine ve hadisçilerin hadis kitaplarına, rivayetlerine hücum etmiş, onları karalamaya veya yıkmaya gayret etmişlerdir.
Ben hatırlıyorum, üniversitenin ilk yıllarında, Kristometi isimli seçme parçalar ihtiva eden bir Arapça kitabı okuyorduk. Avrupalılar yazmış, Arapça öğretme kitabı. Netice itibariyle oradan Arapça metinleri okuyacaksınız, Arapça bilginizi geliştireceksiniz. Bir fıkra seçmiş, hepsi yalan üzerine kurulu, hepsi insafsızca seçilmiş, kötülemeye, art niyete dayalı örnekler:
"Bir hadis âlimi bir gemide gidiyordu. Yanında bir Nasranî ve bir Yahudi vardı. Nasranînin şarap testisinden şarabı alıp içmeye başladı." Hadis âlimi şarap içmez ama öyle diyor. Onun üzerine Yahudi, "Dur, içme, ne yapıyorsun, bu şaraptır!" demiş. Hadis âlimi de, "Nereden belli şarap olduğu?" demiş. O da, "Sahibi bunu şarapçı dükkânından aldı, bunun içindeki şaraptır." demiş. "Biz hadis âlimiyiz; bir Yahudinin bir Nasranîden yaptığı rivayete itibar etmeyiz." demiş.
Rivayet zinciriyle alay ediyor. Râvîlerin sıhhatini kontrol ilmi mekanizmasına çatıyor. Onu küçük düşürmeye çalışıyor ama haksız bir şey yapıyor. Siz bir rivayetin doğruluğunu kritik etmezseniz, ilmi nasıl yapacaksınız? Bir rivayetin kritik edilmesi, en önemli hususlardan biridir.
Müsteşrikler o kadar insafsız davranmışlardır ki, "Peygamber Efendimizin hadis-i şeriflerinin hepsi sıhhatli değildir, yanlıştır." demişlerdir.
Benim yanımda, Fakülte'den bir tarih profesörü vardı ama dinî bilgisi zayıf. Kendisinin de annesi veya babası Alevî; aileden de görgüsü bilgisi yok, takvası yok, yaşamı bozuk.
"Canım işte bu kadar çok hadis yazılmış, sahih olan hadis-i şerifler 18 tane filan diyorlar." dedi.
Kendisi hadisçi değil, hadisten anlamaz, Arapça bilmez. Kendi mesleğinde bile kusurları var, ben biliyorum, hatta kendisine söylemişim. Onun üzerine felsefeci Süleyman Hayri Bolay -çok da zeki bir insandır- elini açtı, dedi ki:
"İnsaf yahu! Peygamber Efendimiz 23 sene peygamberlik yapmış, bu kadar sene içinde 18 tane mi hadis söylemiş? Bu kadar meşhur bir insandan yalnızca 18 tane söz mü rivayet ediliyor?"
Peygamberliği meşhur, zamanında şöhret kazanmış, şöhreti afaka yayılmış. Hırkası, pabucu, kılları muhafaza edilmiş. Tıraş olduğu zaman sahabe-i kiram kıllarını kapışırlardı; hatıra olarak, yadigâr olarak, tezkâr olarak. Her ayrıntısı hatıra olarak muhafaza edilen, hadislerine uyulması Kur'ân ile emredilen, etrafında yüz binlerce sahabesi olan bir kimsenin yalnızca 18 sözü mü tespit edilir? Büyük bir haksızlık, büyük bir insafsızlık!
Nereden kaynaklanıyor?
İslâm dininin en önemli kaynağı hadis olduğu için müsteşriklerin, gayrimüslimlerin, İslâm düşmanlarının ana işi ona hücum etmektir. Bunu belirtmek için bu iki fıkrayı da anlattım. Bu biraz aşı gibidir. "Şimdiden aşı yapalım da siz de bu hastalığa tutulmayın." diye meseleyi anlatmak bakımındandır.
Burada bir taktik vardır. Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki mücadelede en büyük hedef, işin kalp noktası olan hadis-i şerifler olduğu için ona hücum fazla oluyor.
İslâm düşmanlarının Müslümanları kandırmak, saptırmak, şaşırtmak hatta İslâm'dan çıkarmak için ifsat ve idlâl etmek için yaptıkları çalışmalarda karşılarına çıkan çelik duvar sünnettir. Kıramıyorlar, yıkamıyorlar, yıkamazlar, mümkün değil çünkü çok güzel tespit edilmiştir, malzeme çok mükemmeldir. İşte çelik bir duvar, yıkılmaz bir duvar, boyuna ona çarparlar.
Bununla şunu söylemek istiyorum: Bazı insanlar var, İslâm'ı yaşamıyor, yaşayanı da bırakmıyor; "Ben de Müslümanım!" diyor. "Ben yaşayamıyorum, kusuruma bakmayın." demiyor, kendisinin sapık yolunun da İslâm'a uygunluğunu ispat etmeye çalışıyor yahut sizin gittiğiniz doğru yolun eğri olduğunu, kendi yolunun daha doğru olduğunu düşünüyor. Onların karşısında da en büyük engel hadis-i şeriflerdir, sünnet-i seniyyedir; onların da elini kolunu bağlıyor.
Dinde reform yapacak; "Bira caizdir, faiz caizdir." diyor. "Canım işte çok aşikâr, bunun ötesi berisi yok, İslâm bunları yasaklamış." deyince onları engellemek için hadis-i şerifi bertaraf etmek istiyor. O zaman bu işleri gayet rahat yapacaklar, onun için kuvvetli bir tarzda hadis-i şerifin karşısına dikilirler, onu yıkmaya çalışırlar. Ama kervanın yürüdüğü zaman ötekilerin yaptığı bir şey gibi bu. İt ürür, kervan yürür.
Bu kadar önemli, bilimsel yönden bu kadar kıymetli olan bu malzeme, bize bu asırda niçin lazım?
Tabii biz her şeyden önce mü'min insanlarız, Müslüman insanlarız, iman etmiş insanlarız. Bizim isteğimiz, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah'ın rızasını kazanmanın yolu da Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesini bilmek, dinimizi iyi bilmek ve uygulamaktan geçiyor.
O bakımdan, Peygamber Efendimizin ashabı için hadis ne kadar önemli idiyse, bizim için de o kadar önemlidir. Geçtiğimiz asırlardaki mü'minler için hadis-i şerifler ne kadar önemli ise bu asrın ve bundan sonraki asırların insanı için de o kadar önemlidir.
Allahu Teâlâ bizi sünnet-i seniyyeye aşina eylesin, Peygamber Efendimizin yolundan ayırmasın.
Allah hepinizden razı olsun.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû...
* İngiltere, 15.07.1995 tarihli sohbeti.
1. Enfal, 8/20.
2. Ahzâb, 33/36.
3. Nisâ, 4/64.
4. Nisâ, 4/65.
5. Nisâ, 4/69.
6. Necm, 53/3-4.
7. Hâkka, 69/44-46.
8. Âl-i İmrân, 3/31.
9. A’râf, 7/148.