Fatma Sultan Camii / Gümüşhanevi Dergahı

Yakub-ı Çerhî (Rh.a)

15. yüzyılda Orta Asya’da yetişmiş büyük bir âlim olan Yakub-ı Çerhî Hazretleri Nakşibendî yolunun Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri’nden sonra üçüncü büyük lideridir. Yakûb-ı Çerhî Hazretleri Nakşibendîliğin Orta Asya’da iyice yaygınlaştığı bir dönemde göreve gelmişti. Moğol istilasının yol açtığı tahribatın telafi edildiği İslam kültür ve medeniyetinin yeni bir yeşerme gösterdiği bir dönem olan Timurlular devrinin ortalarında vazife ifa eden Çerhî Hazretleri, henüz İslam ile tanışmamış yahut İslamiyet’i doğru anlayamamış olan ve Hindu ve Budist tesirinin oldukça güçlü olduğu alanlara yönelmiş ve burada irşâd faaliyetlerini yürütmüştür. Ömrünün büyük bir kısmını bu uğra adayan Çerhî Hazretleri oldukça verimli sonuçlarda almıştır. Taciklerin sahih ve doğru bir İslam anlayışı ile tanışmalarında Çerhî Hazretleri’nin büyük hizmetleri bulunmaktadır.

Yazının diğer dillerdeki çevirileri

Yaşadığı Dönem, Ailesi ve Eğitimi

Yakûb-ı Çerhî, Nakşibendi yolunun erken dönem büyüklerinden olup silsilede Aleaddîn Attar’dan sonra üçüncü kişi olarak gelmektedir. Timurlular ile birlikte başlayan İslam kültürünün yeniden canlanma döneminde Türkistan’da ilmi aydınlanma ve göçer kitlelerin bilinçlendirilmesi sürecinde büyük katkıları olan Çerhî Hazretleri, 15. Yüzyılda burada yaşanan fikrî değişiminin de önemli mimarlarındandı. Yakûb-ı Çerhî, Gazne yakınlarında Luhûger’e bağlı bir köy olan Çerh’te doğmuştur. Maveraunnehir Kandahar ve Kabil arasında bir geçiş bölgesi olan Çerh, etnik açıdan kozmopolit bir görünüm sergilemekteydi. Çerh’te Türkler, Araplar, Tacikler, Afganiler, Sartlar, Hazereler Peşaîler ve Peraciler birlikte yaşamaktaydılar.  Çerh bu geçiş bölgesi topraklarının en büyük köyü olup, çok verimli topraklara sahipti. Bu da bölgeyi ayrıca bir ilgi merkezi haline getiriyordu. İşte bu zengin ve verimli topraklarda büyüyen Çerhî, farklı kültür ve dilerin iç içe geçtiği bir ortamda zengin bir algı ve geniş bir bakış açısı kazanarak büyümüştü. Devrin kaynaklarının verdiği bilgiye göre babası ve dedesi de mutasavvıf bir kişiliğe sahip olan Yakûb-ı Çerhî Hazretleri ilmi yolculuğuna Herat’ta başlamıştır.1

Çerhî hazretleri, Herât’a gelerek burada Herât Camiinde belli bir süre kalmış sonrasında ise 11. Yüzyıldan kalma önemli bir hankâh olan Abdullah Ensârî’nin hankâhında kalmaya başlamıştı. Herât, o dönem Müslümanlarının gitmekten çekindikleri bir yerdi. Çünkü orada devam eden sosyal yaşantı İslami prensiplerle pek bağdaşmadığı için Müslümanların gitmekten çekindikleri bir yerdi. Bu sebeple Müslümanlar Herât’a kuşku ile bakıyorlardı2. Buna rağmen Çerhî Hazretleri cesur bir hareketle Herât’a gitmiş ve burada ilim tahsil etmeye başlamıştır.  

Yakub-ı Çerhî daha sonrasında temel ilimleri öğrenmek için İslam dünyasının önemli bir ilim merkezi olan ve âlimlerin yoğun ilgi gösterdiği Mısır’a gitmişti3. Burada uzun bir süre kalan Çerhî Hazretleri, Mevlana Şihâbuddîn Şirvanî ve Şeyh Zeynüddin Hafî gibi devrin önemli ilim adamlarından ders almıştı4. Hicri 782 (1380-81) senesine kadar Kahire’de kalan Çerhî, bu tarihte Kahire’den ayrılmış ve buradan Buhara’ya gitmiştir. Burada da belli bir süre eğitimine devam eden Çerhî, buradaki eğitim sürecini tamamladıktan sonra Türkistan’a geri dönmüştür. Yakub-ı Çerhî Hazretleri bu noktadan sonra birçok İslam âliminin yapageldiği üzere tasavvufi eğitimine başlamıştır. Kendi tefsirinden anlaşıldığına göre Buhara’ya geldiğinde yirmi beşli yaşlarındadır.5

Tasavvufa Meyli ve Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri ile Teması

Türkistan’da dönemin önemli sufi âlimlerinden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ve Aleaddîn Attâr Hazretleri ile temas kuran Çerhî Hazretleri için artık yeni bir dönem başlıyordu. Buhara’da Bâhâeddin Nakşıbend Hazretleri ile tanışmasından sonra kendisinden etkilenmiş ve onun tasavvufi terbiyesine girmek istemiştir. Ancak Şâh-ı Nakşıbend bu isteğine ilk başlarda karşılık vermemiş ise de sonrasında Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri Çerhi’nin bu isteğini kabul etmiştir. Kaynaklara doğrudan bir bilgi yansımasa da Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri’nin, Yakub-ı Çerhî’nin tasavvufun manevi zevkine varıp ilmi serüveni yarıda bırakması ihtimaline karşı bir tedbir olarak başlarda kendisini bir süre uzak tuttuğu düşünülebilir. Buhara’dan Şâh-ı Nakşıbend’in talebesi bir mutasavvıf olarak ayrılmış ve talebe olarak ayrıldığı Çerh’e mutasavvıf bir âlim olarak dönmüştür.  Böylelikle Nakşibendîliğin üçüncü büyük lideri olmuştur. Nakşibendîlik o tarihe kadar genel olarak üç ana evrede varlık göstermekteydi. Birincisi Hz. Ebubekir’den (radıyallahu anh) baslayıp Hâce Ebu Ali Farmedî (478–79/1085–86) ile sona eren oluşum evresi; ikincisi, usul ve esasları ile, kendine has irşad yöntemlerini belirleyip kimliğini kazandığı evre, üçüncüsü ise Yusuf-ı Hemedanî (öl.440–441/1048–49–1050) ile başlayıp Hâce Emir Seyyid Külâl (772/1371) ile sona ve Hâcegân olarak anıldıkları evredir. Bahâeddin Şâh-ı Nakşıbend ile birlikte başlayan son devre ise bölgede etkisi bulunun Yesevîlik başta olmak üzere diğer pek çok tasavvufi okulu bünyesinde eriterek güçlü bir sufi ekol haline dönüşüp kendi adı ile anılmaya başladığı dönemdir.6 Yakub-ı Çerhî,  Türkistan’ın seçkin medreselerinde ilim tahsil ettikten sonra Kahire ve Buhara’da da aldığı eğitimlerle ilmini oldukça artırmıştı. Arapça öğretmeyi kolaylaştırıcı bir eser kaleme almasından hareketle onun medresede de ders vermeye devam ettiği de söylenebilir. Ancak onun en üretken ve faydalı olduğu alan kuşkusuz tasavvuf olmuştur. 15. Yüzyıldan sonra İslam dünyasının özellikle de Orta Asya’da Nakşibendîliğin oluşum ve yayılma sürecinde Çerhî de çok etkin bir rol oynamıştır.

Yakub-ı Çerhî Hazretleri ürettiği eserler kadar misyonunu devam ettirecek talebeler de yetiştirmiştir. Yakub-u Çerhî Hazretlerinin mensubu olduğu Nakşibendîlik, Orta Asya’da güçlü bir tasavvufi okul olan Yeseviliği kendi içinde eriterek onun da temsilcisi durumuna gelmişti. Yetiştirdiği başlıca halifeleri;  kendi oğlu da olan Yusuf-u Çerhî, Şihabuddîn Emir Seyyid, Yusuf-ı Bâykûlî, Muhammed Kuhistânî ve elbette ön önemli halifesi olan Ubeydullah-ı Ahrâr ki, Nakşibendilik İslam dünyasında en büyük sıçramasını bu dönemde göstermiştir7.

Eserleri ve Faaliyetleri

Yakub-ı Çerhî pek çok eser vermiş,  eserlerini Farsça ve Arapça kaleme almıştır. Farklı dillerde yazmasının sebebi yaşadığı coğrafyanın çok dilli bir kozmopolit yapı göstermesidir. Zaten gerek Çerhî’yi, gerekse mensup olduğu Nakşibendiliği farklı kılan özelliği yaşadıkları coğrafyanın yerel değerleri ve konuşulan dilini göz önüne alarak eserler ortaya koymalarıydı. Bunun en güzel örneği Yakûb-ı Çerhî Hazretleri’nde görülür. Çerhî yaşadığı bölge ve daha çok muhatap olduğu Tacik Müslümanları da Farsça okuyup yazan bir kitle idi. Dolayısıyla o da ağırlıklı olarak Farsça’yı tercih etmişti8.

Çerhî’nin  göze çarpan eserlerinin başında “Neynâme-i Mevlânâ” gelmektedir. Eser, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin ilk on sekiz beytinin ve bazı hikâyelerinin şerhinden oluşmaktadır. Çerhî’nin Mevlânâ şerhi yapması çok tesadüfî bir şey değildir.  Çünkü Mevlânâ Celalledîn-i Rûmî her ne kadar Anadolu’da yaşasa da, bu bölgeye Belh’ten  gelmişti. Çerhî’nin yaşadığı bölgede de gerek Tacikler gerekse Sartlılar ve de diğer bölge toplumları Budizmin yoğun kültürel etkisi altındaydılar. Bu kitlelere kendi etkileri altında bulundukları dil ile İslamiyet’in anlatılması gerekiyordu. Bu yüzden Çerhî de bu kültür dili ile İslam’ı anlatabilmek için Mevlânâ’nın eserini tercih etmişti.   Her ne kadar o eserinde çevresinden gelen istekler üzerine bu eseri kaleme aldığını9 söylese de “gelen istekler” ifadesinin mecazi olduğu, bundan muradın Mesnevî’nin uyandıracağı etkiye duyulan ihtiyaç olduğunu anlamak zor değildir. Burada dikkat çeken bir hususta Mesnevî’deki hikaye ve anlatımları şerh ederken de bazı ifadelere müdahale ettiği, itikâdi manada değişen zaman ve coğrafya şartlarına göre yanlış anlaşılabilme ihtimali olan bazı mecazî ifadeleri çıkardığı görülmektedir. Bu da Çerhî nezdinde Nakşibendîliğin itikâdi bağlamda hassasiyetini ve tavizsizliğini anlatma noktasında önemli bir örnektir. Çerhî’nin bir diğer eseri de Risâle-i Ünsiye’dir. Bu eser Nakşibendîliği tanıtan dahası bu yolu benimseyen kitlelere Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri’nin hayatının kesitleri ve güzel ahlakını anlatan sözlerine ve menkabelerine yer veren bir eserdir. Yine başka bir eseri de Risâle-i Ebdâliyye’dir ki bu da aynı şeklide Peygamberlerin ve büyük âlimlerin örnek davranışlarını aktararak başladığı eserinde daha sonra tasavvufun bazı kavramlarını açıklar. Anılan eser Pakistan Kültür Bakanlığı’nca 1978 yılında neşredilmiştir. Çerhî’nin bir başka eseri de Ebu Sa‘id Ebu’l-Hayr’ın şiirlerini kendi şiirleriyle de süsleyerek yazdığı “Cemaliyye Havrâyye-Şerh-i Rubâî-i  Ebu Sa‘id Ebu’l-Hayr’dır. Yine Çerhî’nin Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ adlı bir Esmâ-i Hüsna Şerhi yazdığı da bilinmektedir. Bunlardan başka Çerhî’ye ait  İşarî usulde yazılmış Tefsir-i Yakûb-ı Çerhî adlı bir tefsirin bulunduğu bilinmektedir. Pek çok nüshaları olan tefsir Lahor’da 1913 yılında neşredilmiştir10. Bu tefsir 1991 yılında Türkiye’de de yayımlanmıştır.11

Vefatı ve Etkileri

5 Safer 851/22 Nisan 1447’de bir Cumartesi günü vefat eden Yakub-ı Çerhî Hazretleri’nin mezarı Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’ye beş kilometre mesafede bulunan Hisar-Şadman yakınındaki Halfetu (Hulgatu) köyündedir. Bu tarihi kasabadan günümüze pek bir şey kalmamış olsa da çok yaygın bir coğrafyada tanınırlığı olan Çerhî’nin mezarı Tacikistan’ın önemli ziyaret mekânlarından biri haline gelmiştir.

Yakub-ı Çerhî’nin yaşadığı dönem, İslam dünyası için bir dönüşüm ve yeniden yapılanma dönemiydi. Moğol devletlerinin önce İslam’ı kabul etmeleri ardından da siyasal bir çözülme yaşamaları neticesinde Orta Asya’da 14. Yüzyılın ikinci yarısında büyük bir siyasi istikrarsızlık baş göstermişti. Zaten Moğol istilasının oluşturduğu tahribatın istilanın neticesinde yaşanan otorite baskısı altında Müslümanların manevi dinamizm kaynağı olan tasavvufa yönelmeye başlamışlardı. Bu da tasavvufun daha da güçlenip gelişmesine imkan sağlamıştı. Bunun yanında Moğol istilası Asya’da yoğun bir nüfus hareketliliğini de getirmişti. Bu hareketliliğin bir sonucu olarak sufî âlimler Horasan ve Maveraunnehir bölgelerinden ayrılarak batıya, daha geniş coğrafyalara yayılmışlar ve İslam bu âlimler vasıtasıyla yeni kitlelere ulaşmıştı.

Nakşibendîliğin silsilesinde üçüncü isim olan Yakub-ı Çerhî ise Herât ve çevresinde Taciklerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde faaliyet göstermiş Tacik toplumların İslam anlayışlarının olgunlaşmasında büyük rol oynamıştır. Nakşibendîliğin Tacikler arasında kabul görmesi ve yaygınlaşması Çerhî’nin bu muhitte sürdürdüğü faaliyetlerin bir neticesidir.

Tasavvuf Anlayışı

Bilim, sanat ve tasavvuf hayatının oldukça güçlü olduğu bir dönemde yaşayan Çerhî’nin, tasavvufî geleneğe sahip, iyi bir eğitim almış bir ailenin içinde büyüdüğü görülmektedir. Cüneyd-î Bagdâdî ile başlayıp neredeyse bir gelenek haline gelen ilim tahsilinden sonra tasavvufa girme eğilimi Çerhî’de de kendini göstermektedir. O, her ne kadar tasavvuf kültürünün hâkim olduğu bir ortamda yetişmiş olsa da tasavvuf yoluna girmesi,  ilmi eğitimini tamamlamasından sonra gerçekleşmiştir.  Döneminin önde gelen âlimlerinden olan Çerhî, ilimde bir metot olarak bilgi edinme vasıtaları arasında akılla birlikte sahih rüya ve ilhamı da kabul eden işârî tarzda kaleme aldığı tefsirini her kesimden insanın anlayamamasını normal karşılar. Zira ona göre sûfînin tekamül sürecinde verdiği eserleri en iyi şekilde anlamak, onun içinde bulunduğu hali okuyucunun da yaşamasıyla mümkündür. Anlamanın güçlüğü yanında, sûfînin içinde bulunduğu hali anlatması yönünde de engeller vardır. Çerhî, anlatılması zor olan bu tip kavramlara adem, fenâ, sekr, tefrika, semâ ve vecd gibi halleri misal vererek, Arapça gibi o dönem itibariyle en zengin dilin bile sufinin halini aktarmada yetersiz kaldığını ifade eder. Ancak Çerhi’ye göre gerek kendisinin gerekse mutasavvıfların dilin yetersizliğini aşmada sembolik ifadeler kullanmalarının bir sebebi de hakikatin sırlarını ehil olmayanlara aktarmamaktır. Çerhî’nin karakter ve meşrebini tespit açısından kendi eserleri yanında etkilendiği ve eserlerinde  yer verdiği şahsiyetler de önemlidir.

Yaratılış ve kâinat konusunda Çerhî’de devrin tüm mutasavvıflarında olduğu gibi İbn Arabî’nin etkileri görülmektedir. Ancak o, varlık konusunda şuhûdî tevhidi benimser. Tevhidi; taklîdî, burhânî ve şuhûdî diye üçe ayıran Çerhî, en üstün tevhidin şuhûdî tevhid olduğunu ifade eder.12 Bu konumuyla Çerhî’nin, vahdet-i vücûdu da açıklayan şuhûdî tevhidi sistemli bir düşünce halinde ortaya koyan İmam-ı Rabbânî’nin öncüsü olduğu söylenebilir. Çerhî’ye göre anlam arayışı, insan varoluşunun ayrılmaz bir yönünü teşkil ederken onu diğer canlılardan ayıran temel özelliktir. Bu noktada tasavvuf, insanın varlığı anlamlandırmasında kendine has metotlarla çözüm önerileri sunan bir sistemdir. İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşan birey, gerçek mânâda Allah’ın halifesi olma vasfına erecektir. Böylesi bir seviyeye ulaşmak ise kötü sıfatların giderilip güzel vasıfların kazanılmasıyla mümkündür. Dolayısıyla seyr ü sülûk (manevi gelişim), sadece bâtını (insanın iç dünyası) ilgilendiren bir husus olmayıp insanın yaratılış gayesine uygun olarak yaşadığı her ânı kapsamaktadır. İnsanın Kur’an-ı Kerim’de belirtilen halife konumuna ulaşabilmesi, Hakk’ın isimlerini kendinde yansıtmasıyla mümkündür.

Bunun için kişi kalbini beşerî bağlardan temizlemeli, nefsin arzu ve isteklerinden, şeytanın vesvesesinden uzak durmalıdır. Bunun temel şartı ise, her hâl ü kârda dinin emirlerine uymaktır. Tasavvufun temel unsurlarından biri mürşiddir. Uzun süren gayretlerle  elde edilebilecek bir noktaya, mürşidin nezaretinde çok kısa bir sürede ulaşılabilir. Zira mürşid daha önce bu yollardan geçmiş, tuzak ve engelleri görmüştür. Mürşid, talebesinin istidat ve kabiliyetini bilmekte, yol göstericiliğiyle onu yanlış mecralara sürüklenmekten alıkoymaktır13.

Nakşibendîlik, İslam anlayışının Orta Asya’da kurumsallaşma sürecinde kendisinden önceki bozkır insanına ait göçerlerin eksik ve hatalı bazı unsurlarını düzelterek daha güçlü bir şekilde kurumsallaşmış ve hayatın her alanını düzenleyen, uygulanabilir ve sürdürülebilir sahih bir din anlayışının temsilcisi ve savunucusu durumuna gelmiştir.  Böylelikle dini anlayışın içine sızmaya çalışan, Dinin temel kurallarına aykırı bazı batini unsurlar Orta Asya’da Nakşibendilik eliyle arındırılmış oluyordu. Bu süreçte en önemli isim Yakub-ı Çerhî’dir. Çerhî bu dönemde devraldığı ve hazır bulduğu anlayışları sistematik bir biçimde oluşturmuş ve kurumsallaştırmıştır.


1. Ahmet Cahid Haksever, Yakub-ı Çerhî hayatı Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul 2009, s.42.

2. İsmail Aka, Timur ve Devleti, 136.

3. Hamid Algar, Nakşibendilik, s.517

4. Ahmet Cahid Haksever, Yakûb-ı Çerhî, s.36

5. Ahmet Cahid Haksever, Yakûb-ı Çerhî, s.47.

6. Ahmet Cahid Haksever, Yakûb-ı Çerhî,s.61.

7. Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşibend, İstanbul 2015, s. 154.

8. Hamid Algar, Nakşibendîlik, s. 518.

9. Çerhî, Neynâme, s.143’ten aktaran, Ahmet Cahit Haksever, age, s.97

10. Ayrıntılı bilgi için bkz; Ahmet Cahit Haksever, Yakûb-ı Çerhî,  s.107- 111.

11. Tefsir-i Yakûb-ı Çerhi, Yıldız Matbaası, İstanbul 1991.

12. Ahmet Cahit Haksever, Yakûb-ı Çerhî, s.289.

13. Ahmet Cahit Haksever, Yakûb-ı Çerhî, 391.

Makale “YAKUB-I ÇERHÎ K.S.”