Yaptığı her şeyde güzelliğini sezebilmek büyük bir irfan derecesidir. Her şeyin güzel olduğunu, mukadderâtın her cilvesinin bir başka yönden, bir başka türlü güzel olduğunu ârifler anlar.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. “Biz Allah’ın kullarıyız, Allah’ın mülküyüz, Allah’ınız. Biz O’na döneceğiz.” Çok derin anlamlar taşıyan, çok güzel bir söz. Kadere rıza ve teslim olmak, Allah’ın hükmüne itiraz etmemek, edebini muhafaza etmek, olayları sabırla karşılamak ve sarsılmamak var.
ٱلَّذِينَ إِذَآ أَصَـٰبَتۡهُم مُّصِيبَةٌ۬ قَالُوٓاْ إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّآ إِلَيۡهِ رَٲجِعُونَ[1]
Ellezîne. “O sabredenler öyle kimseler ki…” İzâ esâbethüm musîbetün. “Onların başlarına elem veren, üzen bir hâdise geldiği zaman, bir musibet kendilerine isabet ettiği zaman…”
Kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. “Derler ki; İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
Kâlû, “dediler” demek. Ama Arapça’nın özelliğindendir, kesin vukûu böyle olacak şeyler mâzi siygasıyla anlatılır.
“O sabredenler bu sözü söylerler.”
İnnâ. “Hiç şüphe yok ki bizler, biz Allah’ın kulları…” Lillâh. “Allah’ınız, Allah’a aitiz.”
Allah’ın kullarıyız; Allah’ın mülküyüz, malıyız, Allah’ın yaratığıyız. Bizi Allah yarattı, bize hayatı Allah verdi. Bize görme, işitme, konuşma, akıl, fikir, güç kuvvet, el ayak, bütün nimetleri Cenâb-ı Hak verdi. Hayatı sürdürmemiz O’nun lütfuyla, takdiriyle, nimetleri sayesinde. Her şeyimiz O’nundur.
İnnâ lillâh.
Biz Allah’ın kullarıyız; malıyız, mülküyüz, kölesiyiz. İnsan kölesi olunca kölesine; “Otur. Kalk. Git su getir. Git meyveleri topla. Git şunu yıka. Git sobayı yak. Git içeriyi temizle.” gibi her şeyi söyleyebilir. Çünkü onun emrindedir. Biz de Allah’ın kullarıyız, elbette biz Allah’ınız.
Bu âyet-i kerîme bana Osmanlı dinî edebiyatında güzel bir şiirin bir iki beytini hatırlatıyor. Şair diyor ki;
Vücûd cûd-i ilâhî hayât bahş-i kerîm.[2]
Bizim varlığımız, Allah’ın cûd ü kereminin bir eseridir. Hayat, şu “yaşam” dediğimiz olay da bahş-i kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın ezelden lütfettiği bir ikramdır. Her şeyimiz O’nundur. Her şeyimiz Allah tarafından bize verilmiştir. Biz de Allah tarafından yaratılmışız. Elbette neylerse eyler.
لَا يُسۡـَٔلُ عَمَّا يَفۡعَلُ[3]
“Yaptığından kimse kalkıp da soru sorabilecek durumda değildir.”
إِنَّ ٱللَّهَ يَفۡعَلُ مَا يَشَآءُ[4]
إِنَّ ٱللَّهَ يَفۡعَلُ مَا يُرِيدُ[5]
Neyi dilerse onu yapar, neye hükmederse kendisi hükmeder. Hüküm O’nundur, mülk O’nundur.
Kullara düşen Allah’ın hükmünü kabul etmek, takdirine rıza göstermektir. Sabreden kullar Allah’ın takdirine rıza gösterip “Biz zaten Allah’ın kullarıyız. Elbette nasıl isterse, ne takdir ederse onu yapar.” derler.
İbrahim Hakkı-i Erzurûmî rahmetullahi aleyh ne güzel söylemiş:
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.[6]
Yaptığı her şeyde güzelliğini sezebilmek büyük bir irfan derecesidir. Her şeyin güzel olduğunu, mukadderâtın her cilvesinin bir başka yönden, bir başka türlü güzel olduğunu ârifler anlar.
Sonra bu sabırlılar ne derler?
“Biz Allah’ın mülküyüz, kullarıyız; elbette nasıl isterse öyle yapacak.”
Ve innâ ileyhi râciûn. “Hiç şüphe yok ki biz O’na rücû edicileriz, rücû edeceğiz.”
Tefsir-i Kebîr’in sahibi, büyük müfessir İmam Fahreddin er-Râzî; “Bu âhireti anlatıyor.” diyor.[7] Bu, âhiretin var olduğunun ifadesi. Biz Allah’ın kullarıyız, ona rücû edeceğiz; âhiret hayatı var. “Âhiret hayatı var.” demek; “İnsan yok olmuyor; Cenâb-ı Hakk’a kavuşacak.” demek. Çok büyük bir müjde.
وَبَشِّرِ ٱلۡمُؤۡمِنِينَ[8]
Ve beşşiri’l-mü’minîn.
Ne mutlu! Mü’min olarak, Cenâb-ı Hakk’a böyle sevdiği kul olarak kavuşmak ne kadar güzel bir şey!
Dünya imtihanını başaranlara cennâtü âliyât var. Nice cennetler, cennette köşkler ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayal bile edemediği, tasavvur bile etmekten çok daha yüce, çok daha fazla nimetler var. “Biz O’na döneceğiz.” Orada mü’min için elem yok, saadet-i ebediyye, ebedî saadet var. Dünyadaki sıkıntılar imtihandır. O’na döneceğiz. Orada rahat edeceğiz. Sabrettiğimiz için orada Cenâb-ı Hak mükâfâtlandıracak.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. “Biz Allah’ın kullarıyız, Allah’ın mülküyüz, Allah’ınız. Biz O’na döneceğiz.”
Çok derin anlamlar taşıyan, çok güzel bir söz. Kadere rıza ve teslim olmak, Allah’ın hükmüne itiraz etmemek, edebini muhafaza etmek, olayları sabırla karşılamak ve sarsılmamak var.
Mü’min, olayların karşısında sarsılmaz. Bilir ki Allah’tan geliyor, imtihandır, sabrederse mükâfâtı vardır. Âhirette elem keder yoktur, hepsi bu dünya hayatındadır. Dünya hayatında böyle olduktan sonra insan bunu tabii karşılar.
Hastaneye giden bir insan, doktora “İğne yapma!” der mi? Biliyor ki hastanede iğne olacak. “İlacı içmeyeyim.” der mi? Biliyor ki hastalığının geçmesi için acı da olsa ilacı içecek. “Ameliyat etmeyin beni!” der mi? Demez, çünkü iyi olmak için razı olarak hastaneye gider.
İşte o sabredenler ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, “Biz Allah’ın kullarıyız. Olabilir, bunlar dünya hayatının, kaderin cilvesidir, Rabbimizin takdiridir. Biz O’na döneceğiz. Âhiret var, âhirette mükâfât var; elem keder yok. Âhiret hayatı olması büyük müjde.” derler.
Bu söz çok mühim sözdür, buna “istircâ” deniyor. İstircâ, musibetin karşısında; İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn, demektir.
İstircâ, râciûn kelimesiyle ilgili olarak isimlendirilmiş. Orada istircâ, Cenâb-ı Hakk’a dönmeyi ifade ediyor. Döneceğini düşünüyor, cenneti ve mükâfâtı düşünüyor; sabrediyor. Cenâb-ı Hakk’ın kullarını imtihana hakkı olduğunu, bunun ulûhiyyetinin şânı olduğunu biliyor, olgunlukla karşılıyor.
İşte sabredenler, kendilerine böyle bir musibet geldiği zaman, innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn derler, istircâ ederler. Biz de hayatın akışı içinde, kaderin cilvesi olarak, imtihan olarak başımıza üzücü olaylar gelirse bu sözü söyleyelim, bu teslimiyeti gösterelim, bu rıza makamını kazanalım.
*Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın (rh.a) Server Yayınları tarafından yayınlanan Bakara Suresi Tefsiri-4 isimli eserinin Bakara Suresi 156. Ayeti tefsir ettiği bölümünden derlenmiştir.
[1] 2/Bakara, 156.
[2] Dîvân-ı Nâbî, s. 75.
[3] 21/Enbiyâ, 23.
[4] 22/Hacc, 18.
[5] 22/Hacc, 14.
[6] Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 385.
[7] Cassâs, IV, 132.
[8] 2/Bakara, 223; 9/Tevbe, 112, 10/Yunus, 87; 33/Ahzâb, 47; 61/Saff, 33.