Acı bir fetretten sonra ülkemizde yeniden gür bir şekilde yeşerip filizlenen dinamik iman nesli bu fesahat ve belagat ummanına dalmalı, feyzini eşsiz imanından alarak, artık Garbı veya Şimali taklitten özüne dönmeli, inancının edebiyatını kurup terennüm etmelidir.
Yazının diğer dillerdeki çevirileri
Mensubiyetiyle iftihar ettiğimiz İslâm dini, hayatın her sahasına ve faaliyetine iman gözüyle bakmış ve inancın asil havasını getirmiştir. Mesela: İslâm’da selamlaşma basit bir el veya baş hareketi değil, derin anlamlı bir temennidir: “Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun; Allah, dünya ve âhirette sizi selamette kılsın, lütfuna erdirsin, selamet yurdu olan cennete soksun.” demektir.
Aramızda kullanageldiğimiz vedalaşma sözümüz, “Allah’a ısmarladık”: “Sizi Allah’ın lütuf ve himayesine tevdi ve havale ediyoruz, O sizi her türlü afet ve musibetten koruyup kollasın.” mânasına gelmektedir. Bir muhatabımıza “ muvaffakiyet” dilememiz “Allah’ın tevfîki sana refîk olsun, Allah seni hayır işlemeye muvaffak kılsın, yardımcın olsun.” demek olup, kuru ve hayra da şerre de şamil olan “başarı” sözünden çok daha derin ve geniştir, burcu burcu iman kokuludur. Bunlar gibi “inşaallah” kelimesi de nazik bir red usulü veya atlatma cümlesi değil, “Bu işi eğer Allah dilerse, bana güç kuvvet verirse, nasip ve müyesser ederse yapacağım.” mânasını taşıyan iman ve inanç tezahürüdür.
Bunlar gibi “edebiyat” sözünün de İslâm kültürümüzde, “edep” sözünden türemiş olması çok dikkat çekici bir husustur. Halbuki Batı dillerinde onun mukabili olarak kullanılan “ literatür” sözü, Latince menşeli olup, “okumak” fiilinden çıkmıştır, ancak bizdeki “ kıraat” sözüne karşılık olabilir.
Her şeye kendisinin öz ve has damgasını vuran ve serâpâ edepten ibaret olan İslâm dini, anlaşılıyor ki sözün de edepli olmasını, edep dairesinde söylenmesini; maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî her çeşit hata, kusur ve şaibeden berî ve salim bulunmasını yeğ ve üstün tutmuştur.
İslâm’da söz ve edebiyatın, hak ve hakikate hizmet etmesi esastır; batılı, yanlışı, haksızlığı, zulmü ifade ve temsil eden veya destekleyen söz, ne kadar süslü ve cerbezeli olsa da dînen merdut gayr-i makbûldür, sahibine ar ve vebal getiricidir. Bu ana kaideden dolayı, cahiliye devri Arap şairlerinin en büyüklerinden sayıldığı halde İmriülkays, hadîs-i şerîfte “Cehennemlik şairlerin kervanbaşı (kâ’idüşşu’arâ’i ilâ cehennem)[1] olarak tavsif edilmiştir.
Söz ve edebiyatın “fayda”ya dayanan temel görev ve fonksiyonunu çok iyi tespit eden İslâm edip ve ve şairleri, buna rağmen lirizm ve şiiriyette de şahikalara çıkmaktan hiç geri kalmamışlardır. Çünkü kuvvetli imanları sayesinde uçsuz bucaksız, engin ve zengin bir iç dünya kazanmış; Allah sevgi ve saygıları sebebiyle bitmez tükenmez bir aşk, şevk ve heyecan kaynağına ermiş bulunuyorlardı. En büyük ediplerin –mesela; Feriduddîn-i Attâr, Mollâ Câmi’, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yunus Emre, Eşrefoğlu, Niyâzî, İbrahim Hakkı-i Erzurûmî, Şeyh Gâlib... gibi– ekseriya din ve tasavvuf ilimleri içinden çıkma sebebi işte budur.
Kutsî kitabımız Kur’ân-ı Kerîm bir edebiyat mucizesidir; yüce Peygamberimiz’e cevâmiü’l-kelim; az sözle, veciz, çok derin söz söyleme meziyeti verilmiştir; kendileri sallallahu aleyhi ve sellem “Arab’ın-Acem’in en fasihi” olduğunu ifade buyurmuştur.
Bizim de müslüman olarak temel vazifemiz irşat ve tebliğ olduğundan, edebiyatı her yönüyle en iyi tarzda öğrenmek, incelikleriyle en mükemmel tarzda kullanmak boyun borcumuzdur.