Biliyorsunuz, bizim en büyük vefa borcumuz Allah'adır. Biz Allah ile ahdetmişiz; "Sana iyi kulluk edeceğiz!" demişiz. Bu ahdimize riayet etmezsek olmaz. Ahid bozulmuş olur, sözünde durmamak olur. En büyük sözümüz Allah'adır.
Yazının diğer dillerdeki çevirileri
Biliyorsunuz ahlâk zaten bir toplum olayıdır. İnsanın tek başına ahlâklı olması bir şey ifade etmez. Toplumdaki münasebetleri içinde ahlâklı olması önem ifade eder. Bu güzel huylar arasında, bir tanesi üzerinde durmak istiyorum. Fakat önce şunu belirtmek istiyorum:
Dinimizin gayesi, Allah'ın emir ve yasaklarının hikmeti; insanın kötü huylardan arınmış, güzel huylu bir insan olmasıdır.Tek başına olan bir insanın ahlâkî davranışı kime karşı olacak?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kad efleha men tezekkâ.
Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ. "Kim egosunu, kendisini, iç benliğini arındırabilmişse, temizleyebilmişse o felah bulmuştur, iflah olmuştur. Hem dünyada hem âhirette arzu ettiği güzel sonuca kavuşmuş, tehlikelerden kurtulmuş demektir. Kim bunu başaramamışsa hem dünyada hem âhirette hâib ve hasîr olmuştur. Ziyana uğramıştır, zararda kalmıştır, başarıyı elde edememiştir, edemeyecektir." deniliyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bir hadîs-i şerîfinde de bildiriliyor ki;
Ekseru mâ yüdhılü'n-nâse'l-cennete. "İnsanları cennete sokan sebeplerin tahlili yapılırsa, incelenirse bunların en başta geleni, insanları en çok cennete sokan sebep;
Takva'llâhi ve husnü'l huluki. Allah korkusudur, takvâdır, müttakî kul olmaktır ve güzel huylu olmaktır."
İnsan güzel huylu olduğu zaman hem dünyadaki, toplum hayatındaki çalışmaları ve münasebetleri güzel olur; bunun sonunda kendisi de mutlu olur hem de başkalarının mutluluğuna katkıda bulunmuş olur. Kötü huylu olursa başkalarının üzülmesine, toplum düzeninin bozulmasına sebep olur. Çeşitli uygunsuzluklar, huzursuzluklar meydana getirir. Hem de Allah-u Teâlâ hazretleri âhirette insanı güzel huyu sebebiyle cennete sokacak.
Bir insanın bu güzel huyları öğrenmesi lazım. Bunların ismen bilinmesi de güzeldir, ama ismen bilinmesi yetmez, bu güzel huyları insanın iktisâb etmesi lazım. Kesbetmesi, kazanması, edinmesi lazım, kendi içine yerleştirmesi lazım.
Mesela adalet; adil olmak, zalim olmamak, haksızlık yapmamak çok önemli bir güzel huydur. İnsanın hayatının her safhasında, her yerinde bunu uygulaması gerekir. Hanımına karşı, çocuklarına karşı, komşularına karşı, kendisine karşı, işinde ve diğer tüm münasebetlerinde adaletli olması gerekir. Bu güzel bir huydur. Aksi olan adaletsizlik, çok kötü bir huydur.
el-Adlü esâsü'l-mülk. "Adalet mülkün temelidir." buyurulmuştur.
el-Adlü esâsü'l mülk demek; "Adalet egemenliğin baş şartıdır. Egemenlik olacaksa adalet de olması lazımdır. Egemenlik adaletle devam eder. Adaletsizlik oldu mu egemenlik de mahvolur, anarşi olur. Egemenliğin, hüküm sürmenin, mâlik olmanın, bir toplumun yönetimine hâkim olmanın şartı adalettir." demektir.
Sabır ve sebat, güzel ahlâktır. İnsanın canını sıkan, hoşuna gitmeyen, istemediği bir şeyler vardır ama onları yapması gerekir. Mesela öğrenci futbol oynamakla, oyun oynamakla ders çalışmak arasında kaldığı zaman arkadaşları oyun oynuyorsa canı çeker, dışarıya çıkıp o da oynamak ister. Ama ders çalışması lazımdır. Bu bir kendisini tutma işidir, sabır işidir. Ders biraz zor olabilir, acı olabilir; onu çalışması lazımdır. Başarıya ulaşmak için; faziletli, yetişmiş bir insan olmak için bu şarttır.
Sonra savaşta zafer için sabır şarttır. Kur'ân-ı Kerîm'de zaten zafer için iki şart ileri sürülüyor:
Bir, takvâ. Cennete giriş sebebi olan takvâ, zaferin de şartıdır. Bir takva, iki sabır. İnsanın zafer kazanması için iki şart lazımdır. Bir, Allah'tan korkan bir insan olması lazım; çekinen, sakınan, ölçülü, günahlardan, haramlardan kaçınan bir insan olması lazımdır.
İki, sabırlı olması lazımdır. Sabredince olur. İnsan sabretti mi azmettiği şeyi elde eder. Elde edinceye kadar birtakım sıkıntılar çekecektir ama sonunda başarının tadını tadar. Sabır acıdır fakat hoş bir lezzeti vardır. Maraş biberinin acılığı gibi ağzı yaksa da güzel bir tadı vardır. Sonunda zaferin mutluluğu, hesaba gelmeyecek kadar çoktur.
Merhamet güzel bir huydur. Merhamet; "başkalarına acıma duygusu" demektir. Çok güzel bir huydur, çok önemli bir huydur.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîfte buyuruyor ki;
Men lâ yerham lâ yürham. "Kim merhametli değilse, başkalarına merhamet etmiyorsa, o da merhamet görmeyecektir."
"Allah'ın merhametine, rahmetine ermeyecektir. O da belasını bulacak, cezasını çekecektir." demek oluyor.
Demek ki insanın acıyan insan olması lazım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinin en başta gelen özelliklerinden birisi anlaşılır olmasıdır. En güzel hakikatleri, en derin gerçekleri herkesin anlayabileceği bir şekilde, kolay anlaşılabilecek şekilde sunar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Bunun için bazen benzetmeler yapar, bazen olaylar zikreder.
Peygamber Efendimiz diyor ki;
"Bir kadın vardı. İyi bir kadın değildi. Çölde giderken çok susadı. Orada bir kuyu gördü. Kendisi tutunarak kuyuya indi, suyu içti, susuzluğu gitti. Dışarı çıkıncı baktı ki dışarıda bir de köpek var, o da çok susamış. Sıcaktan bunalmış, dili sarkmış, yürümeye dermanı kalmamış. O köpeğe acıdı.
"Demin ben de aynı duyguları hissediyordum. Bu güneşin altında, bu sıcaktan ben de perişan durumdaydım. Şuna su vereyim." dedi.
Tutunarak tekrar aşağı indi. O zaman böyle su kapları vesaire yok. Pabucunu suya daldırdı, pabucunun içine suyu doldurdu, yukarıya çıkardı, öyle sundu.
"Bu, onun Allah'ın mağfiretine ermesine, affedilmesine, cennete girmesine sebep olmuştur." buyuruluyor.
Başka bir olay tarzında anlatılan, ibret alınacak bir kıssa:
Kadının birisi bir kediye kızmış. Belki kendisini tırmaladı, belki tenceresinden yemeği çaldı. Belki bir haylazlık etti, belki ortalığı pisledi, belki bir şeyi yırttı. Neyse kedilerin yaptığı şeylerdir; bu onların tabiatlarıdır, pençelerinin gereğidir. Kadın bu kediyi hapsetti. Karnını doyurmak için ne kendisi yemek verdi ne de salıverdi ki kendi işini kendisi görsün, ne av lazımsa avlasın ve karnını doyursun. Kedi orada kapalı, hapsedilmiş olarak öldü.
Peygamber Efendimiz; "Bu merhametsizliğinden dolayı Allah o kadını cehenneme soktu." diyor.
Demek ki merhamet insanı Allah'ın rahmetine, rızasına kavuşturabiliyor; merhametsizlik Allah'ın gazabına uğratabiliyor, cezasına çarptırabiliyor.
İşte bunun gibi güzel huylardan birisi de vefa denilen huydur. Vefalılığı bilirsiniz, vefa güzel bir şey. Halkımızda vefa çoktur.
Vefa aslında tam terim olarak, tabir olarak "ahde vefa;" insanın vermiş olduğu bir sözüne, bir ahdine, bir anlaşmasına sadakat göstermesi demektir. Ahdini çiğnememesi, sözünden dönmemesi, randevusuna gelmesi, verdiği sözü tutması demektir.
Vefa üzerine anlatmak istediğim birtakım şeyler var. Birisi bizim kültürümüzde belki sizin ismini hiç duymadığınız bir büyük şahıs var; Abdullah ibni Mübarek yani Mübarek'in oğlu Abdullah. İmam-ı Âzam hazretlerine yetişmiş olan, hicretin ikinci asrında dünyaya gelmiş olan, üçüncü asrın başlarında dünyadan ayrılmış olan çok büyük bir Türk alimi. Çok büyük bir alim...
Abdullah b. Mübarek bir Türk ama ikinci hicrî asırdaki koca İslâm âleminin, Atlas Okyanusu'ndan Çin'e kadar uzanan, Hazar Denizi'nin kuzeyinden Hint Okyanusu'na kadar ve Afrika'nın bilmediğimiz aşağı hudutlarına kadar genişlemiş olan İslâm âleminin, şarkın en büyük alimi.
İmam Malik ile çağdaş. Yani maliki mezhebinin -dört büyük mezhepten birisi- kurucusu olan İmam Malik'ten belki biraz daha yaşlıdır belki onunla çağdaştır. Onunla sohbeti de var.
Abdullah b. Mübarek isimli alimimiz büyük bir hadis alimi; bir.
Dinin en yüksek pâyesine çıkmış çok ciddi bir alim. Sözünü boş söylemeyen, boş sözü dinlemeyen, her türlü senedini araştıran ve söylediği zaman hesaplı konuşan insan. Bu çok büyük bir meziyet.
İkincisi; Abdullah b. Mübarek büyük bir sûfîdir. Çok büyük bir ahlâkçıdır. Egosunu, kendisini, vicdanını çok iyi eğitmiş bir kimsedir. Eğitme konusunda uzman bir kimsedir, üstad bir kimsedir. Çok büyük bir sûfîdir. Sizin anlayacağınız kelimelerle söylemek gerekirse bir evliyâdır.
Abdullah b. Mübarek eşsiz bir silahşordur. Muazzam ata biner, emsalsiz kılıç kullanır ve çok büyük, kahraman bir insandır. Resimli romanı tertip edilecek bir insandır.
Sonra çok güzel huylara sahip bir kimsedir. Tabi kendisi ahlâklı olunca, sâfî olunca… Hem ahlâkı güzel hem de başkalarının ahlâkını güzelleştirmede üstad bir kimse, mürebbî, terbiye edici bir kimsedir. Ahlâkı güzeldir, cömerttir vesaire...
Ticaretin sevaplı olduğunu daha önce duymuş muydunuz bilmiyorum. Sizin için sürpriz olabilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
et-Tâcirü's sadûku'l emîn. "Sözüne sâdık, güvenilen tüccar." Mea'n-nebiyyîne ve'ş-şühedâi yevme'l kıyâmeh. "Peygamberlerle ve şehitlerle beraber Arş-ı Âlâ'nın gölgesinde olacak."
Tüccar, kazanç peşinde koşan bir insan ama vasfı ne?
Sadûk, "çok doğru söyleyen, emin, işinde güvenilir olan"
Çünkü biliyorsunuz sosyal hayatta mal alışverişi çok önemli bir fonksiyondur. İnsan hayatında çok önemli bir konudur. İslâm bu faaliyeti kötü görmüyor. İslâm'ı iyi anlamamız lazım.
Bu Abdullah b. Mübarek üçlü sistem kullanıyor:
Bir sene hac, bir sene cihad, bir sene ticaret.
Şimdi hangi güzel duyguyu anlatmaya çalışıyoruz:
"Ahde vefa duygusu."
Bir sene cihada gelmiş.
Nereye cihada gelmiş?
Tarsus'a cihada gelmiş.
Bence Tarsus'ta bir abide dikmeli, "Abdullah b. Mübarek buraya geldi!" diye oraya bir levha kazıtmalıyız. Bu, benim kafamda olan projelerden birisi. Çünkü çok büyük bir zât, kimin ne olduğunu herkes bilsin.
Bir Rum cengâveriyle karşılaşmış. Boylu poslu, güçlü kuvvetli, zırhlı kılıçlı, oklu mızraklı bir cengâver. Karşılaşmışlar. Kaçacak değil ya saldırmış, bir ceng ü cidâl başlamış. Teke tekler, başka kimse yok.
Nasıl karşılaştılarsa? Hudut kalesinin yanında mı karşılaştılar? Manzarayı artık siz kafanızda tamamlayın. Kapışmışlar ama birbirlerini alt edememişler. O buna saldırmış, bu ona saldırmış; bu ona mızrak atmış, o buna kılıç sallamış. Biri ötekisini yenememiş, saatler ilerlemiş.
Abdullah b. Mübarek başarısız bir silahşor değil ama bu adamı yenememiş. Bunu yenememesi karşı tarafın da çok güçlü kuvvetli, mahir olduğunu gösteriyor.
Abdullah b. Mübarek; basketbol oynarken mola istendiği gibi adeta time out istemiş, demiş ki;
"Ben ibadet edeceğim. Onun için bu savaşı biraz keselim, mola verelim!" demiş.
Ötekisi;
"Sen ibadet edeceksen ben de ederim, pekiyi!" demiş.
Adam sert, çetin ceviz.
Abdullah b. Mübarek gelmiş, atını çayırın kenarındaki ağaca bağlamış. Akan dereden abdestini almış. Öteki de öbür tarafa gitmiş. Kendi inancına göre ne yapıyorsa yapıyormuş. Aralarında mesafe var...
Bu hikâyeyi okuduğum zaman çok beğendim, çok sevdim.
Abdullah b. Mübarek namazı bitip de dua ederken içinden düşünmüş:
"Şu adamı atında iken kıstıramadım. Şimdi hazır atından inmişken, üstüne hücum edeyim, yerde bunu haklayayım!" demiş.
Fakat hatırına birden bir âyet-i kerîme gelivermiş:
Bismillahirrahmânirrahîm.
İnne'l-ahde kâne mes'ûlâ. "İnsan ahdinden sorumludur."
Ahdini bozduysa "Hani bir söz vermiştin." diye niye bozduğu bir gün insana sorulur. Sözünde durmak lazım.
Sözünde durmayanın yakasına yapışılır, bunun hesabı sorulur.
Bu âyet-i kerîmeyi hatırlamış.
Batılı filozofların filan da iştirak ettikleri bir şeydir bu.
Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruluyor ki;
Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh.
Allah istemese siz kendiliğinizden bir şeyi isteyebilir misiniz?
İstek nereden doğuyor?
İstek de Allah'tan. İnsanın bir şeyi isteyebilmesi, dilemesi, gönlüne o dileğin doğması Allah'tan.
İnsan bazen hatırlamak istediği şeyi bile hatırlayamıyor, hiç hatırına gelmiyor.
Vemâ teşâûne illâ en yeşâallâh. "Allah istemese siz isteyemezsiniz. Allah dilemese sizin dileme mekanizmanız bile çalışmaz." deniliyor.
Kulun bu âyeti hatırlaması nereden?
Allah'ın hatırlatmasından.
Neden birden aklına bu âyet geldi?
Allah hatırlattı da ondan.
Allah-u Teâlâ hazretleri ona bir sinyal gönderiyor:
"Ey benim kulum, ey Abdullah b. Mübarek! Sen benim iyi kulumdun, ahde vefa etme âyetini unuttun mu yoksa? Ahde vefa edecektin!"
Tabi bu mânayı düşündüğü için Abdullah b. Mübarek, o kahraman adam başlamış ağlamaya. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamış.
Karşı taraftaki adam da şaşırmış, bakmış hüngür hüngür ağlıyor:
"Yahu niye ağlıyorsun? Ölümden mi korktun, ne oluyor? Aşağı inip namaz kıldıktan sonra bu işin biteceğini anladın da hayatın sona erecek diye mi ağlıyorsun?" demiş.
"Rabbim beni senin yüzünden azarladı." demiş.
"Nasıl oldu da azarladı?" diye sormuş.
"Ben dua ederken sana hücum etmeyi düşündüm. Allah da bana Kur'ân-ı Kerîm'den 'Ahdine sadakat göstermek gerekir.' mânasına gelen âyeti hatırıma getirdi, beni azarladı. Ben buralara Rabbimin rızasını kazanmak için gelmişken bak gördün mü şu yaptığım işi? Sana bu düşünceyi aklımdan geçirdiğim için azar işittim, puan kaybettim ona ağlıyorum!" demiş.
Bu sefer karşıdaki ağlamaya başlamış:
"Sizin dininiz hak din, ben Müslüman oluyorum!" demiş.
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demiş, müslüman olmuş.
Bakın, Allah sevdiği kuluna ahde vefayı hatırlatıyor ve bu güzel ahlâk ötekisini bile fethediyor. İnsanlar ahlâkla fethedilir. Osmanlı Balkanları ahlâkla fethetmiştir. Yoksa savaşla olmuyor, görüyorsunuz.
“Rumeli’ni dest-i takvâ ile almışsın.” diye bir söz var.
Bu işler takvâ ile oluyor.
Abdullah b. Mübarek'in bir başka hikâyesini nakletmek istiyorum:
Abdullah b. Mübarek bir keresinde hacca gitmeye niyetlenmiş. Birileri gelmişler, rica etmişler:
"Ne olur, biz de seninle beraber hacca gidelim!" demişler.
"Olur, ama keselerinizi bana vereceksiniz. Keseler bende olacak." demiş.
"Tamam." demişler.
Kaç kişi katılacaksa katılmış. Katılanlar keselerini getirmişler. Mesela on kişi, on beş kişi, yirmi kişi...
Abdullah b. Mübarek bir sandık getirmiş; "Herkes kesesine ismini yazsın." demiş, yazmışlar. "Şu kasaya koyun." demiş, koymuşlar. Horasan'dan yola çıkmışlar.
Her yerde mola parası, atların yem parası, insanların yiyecek parası vesaire hep Abdullah b. Mübarek veriyor, ödüyor.
Medine-i Münevvere'ye gelmişler, Mekke-i Mükerreme'ye gelmişler. Hac vazifesini yapmışlar. Oralardan zemzem almışlar, hurma almışlar, tesbih almışlar, hediyeler almışlar. Masrafları hep Abdullah b. Mübarek yapıyor.
Sonra hac bitmiş, Horasan'a dönmüşler. Onlara bir ziyafet çekmiş. Zengin adam, tüccar. Hem zengin hem alim hem sûfî; her şey var. Hem şair hem yazar. Orada ziyafet çekmiş. Hatta ziyafette öyle nâdide yemekler sunmuş ki Horasan'da her zaman herkesin yemediği yemekleri misafirlere ikram etmiş.
Sonunda ziyafet bitmiş. Sandığı ortaya getirmiş, kapağı açmış. Herkesin kesesini üzerinde yazılı olan isme göre sahibine vermiş.
Ne yapmış?
Hepsinin parasını çekmiş. Hepsini hacca götürmüş, getirmiş, keselerini de iade etmiş.
Sandığı götürmemiş ama bir oyun etmiş:
"Masraflar tek elden olacak." demiş. Yollarda; "Aman olmaz!" vesaire diye çekişme yaptırmamış.
Cömert insan, zarif insan, tatlı insan.
Bir keresinde bir arkadaşıyla yolda gidiyormuş. Kalabalık bir çeşmenin yanından geçerken, "Susadım, şuradan bir su içeyim." demiş.
Onun Abdullah b Mübarek olduğunu kim ne bilsin. Halkın arasına girmiş. Çoluk var, çocuk var, kadın var. Orada itile kakıla su içmiş, gelmiş.
Arkadaşına demiş ki;
"İşte hayat bu!"
Mütevazı insan, tabiiliği seviyor. Fazla ihtişamı, övünmeyi, kendisine fazla hürmet gösterilmesini istemiyor. Hayat bu; itiliyorsun, kakılıyorsun, kimse kadrini kıymetini bilmiyor, meçhulsün. Espritüel bir insan.
Daha başka misaller olabilir. Zaman kısa, bu sefer hayatımızdan bir misal veriyorum:
Zamanımızdan, hayatımdan bir misal veriyorum. Namazın vaktini kaçırmışız, camiye girdik, cami kilitlenmiş. Orada abdest aldık, son cemaat yerinde yere bir şeyler yaydık namazı kılarken yanımıza iki kişi geldi. Ben imam oldum, onlar arkamda cemaat olduk.
Biliyorsunuz, bizim en büyük vefa borcumuz Allah'adır.
Biz Allah ile ahdetmişiz; "Sana iyi kulluk edeceğiz!" demişiz.
Bu ahdimize riayet etmezsek olmaz. Ahid bozulmuş olur, sözünde durmamak olur. En büyük sözümüz Allah'adır.
Bir tarih kitabında Osman Gazi hazretlerinin oğlu Orhan Gazi'ye vasiyetlerini görmüştüm.
Osmanlı Devleti'nin temelinde bu vasiyet vardır. Çok önemli. İbret almamız gerekir. Bir insanın vefası varsa önce Allah'a göstersin. Ondan sonra ben onun işine, gücüne, sözüne itimat edeyim.
*Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın 26.07.1995 tarihinde konuşmadan derlenmiştir.