Ahlak*

Ahlâkın bir hududu vardır. Alt çizgisi, üst çizgisi vardır. Oradan yukarısı ifrattır, oradan aşağısı tefrittir; iki tarafı da kötüdür. Dengeli olması lazım, ölçülü olması lazım. Her şey yerli yerinde olması lazım. Malı elini açıp tamamen saçarsan israf olur, elini kapatıp tamamen tutarsan cimrilik olur. Her şeyi normal ölçüler içinde yapmak lazımdır. Hududuna dikkat etmek gerekiyor. Tabi yine o hudutları da bize öğreten, çizen dinimizdir ve Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyye; İslâm kültürümüzün, tasavvuf kültürümüzün pırıl pırıl kaynağıdır. Sünnet-i seniyyeye sarılırsak bizim kısa hatlarla, ana çizgilerle söylediğimiz şeylerin hepsi kendiliğinden oluverir; farkına varmadan olur, bilmeden olur.

Yazının diğer dillerdeki çevirileri

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rh.a)


Ahlâk; şahsî, ferdî ve içtimâî bir hadisedir. Şahsî ve ferdîdir çünkü insanın içindedir. İnsanın içiyle, içyapısıyla ilgili bir husustur.

Tek başına olan bir insanın ahlâkî davranışı kime karşı olacak?

Ahlâk olayı, insanlar arasındaki içtimâî yaşamdan kaynaklanan ve orada beliren bir vakıadır. O bakımdan sosyal bir olaydır.

Tarafgirlik, kayırma, bencillik yapmayacak, taassup göstermeyecek, kavmiyetçilik, kabilecilik, yandaşlık yapmayacak; adaletçi olacak, tam adaletçi olacak! Teraziyle elinde olacak, tam dürüst olacak!

Hani insanın malı olsa, dükkânı olsa ama hiç müşterisi olmasa ne olacak?

Ahlâk denilen vakıa başka insanlarla münasebetlerde ortaya çıkar.

Ahlâk kelimesi hulk kelimesinin çoğuludur. Orta harfi cezmli, sâkin; hulk veya orta harfi ötreli; huluk. Hulk veya huluk. Çoğulu "ahlâk" geliyor.

Halk "yaratma ve yaratılma" demek. Allah-u Teâlâ hazretleri Hâlık'tır, yaratandır. Yarattığı şeyler mahluktur, mahlukâttır. "Allah, insanları halk etmiştir. Cinleri, melekleri halk etmiştir." diyoruz. Yaratmak… "İnsanın halkı" denilince "yaratılmış olan maddî cismi" hatıra gelir. Yani dış görünüşü. Omuzları, pazusu, yüzü, kaşı, gözü, âzâsı, cevârihi... Bu halk… "Bir kişinin halkı" deyince, "yaratılmış olan maddî bedeni" hatıra gelir. Huluku denince, hulku denince "görünmeyen yaratılışı, sîreti, ruhu, ahlâkı ve içyapısı" mânasına gelir.

Dış görünüşe "sûret" de diyoruz. Sûret; şekillendirilmiş, şekli tasvir edilmiş olan görünümü. İçe de "sîret" deniliyor. Sîret aslında "gidiş" demek; "seyir etmek" kökünden geliyor. İçinin hâl ve gidişi, sîreti. Dış hâli, sûreti.

Sûret ve sîret.

Şöyle bir hadîs-i şerîf nakledilmiş:

“Mâ hassena'l-lâhu halka'mriin ve hulukahû fe-tut'imehü'n-nâr.”

Bu hadîs-i şerîfte halk ve huluk kelimeleri beraber kullanılmış; onun için zikrediyoruz.

Mâ hassena'l-lâhu halka'mriin ve hulukahû. "Allah bir kişinin halkını güzel etmişse yani bedeni, vücudu; boylu poslu, selvi gibi güzelse" ve hulukahû "Ve ahlâkını, içini, sîretini, hâl ve gidişâtını da güzel etmişse;" fe-tud'imehü'n-nâr. "Ondan sonra ateş onu yesin." bu mümkün değildir. Yemez! Yani cehenneme girmez, cehennemlik olmaz!

Bu huluk; insanın içyapısı, görünmeyen yapısı, evsâfı, kalitesi iki çeşittir. Birisi hılkîdir; hilkattendir. "Fıtrî, hılkî, vehbî, cibillî" diyoruz. Yaratılmış olduğu şekil.

Mesela bir adam hızlı konuşur: 

"Ya mübarek! Sözlerini anlayamıyorum; biraz yavaş konuş, tane tane konuş!". Onun kelimeleri sıralayışı, yaratılışı, tabiatı o. Bu yaratılışa, mayasına, -maya; sanki bir pasta veya bir yemeği yaparken yumurta, un, şeker, vesaire katılması gibi- karışımına deniliyor. Mizaç zaten "mezcedilen şeyler" mânasına geliyor.

Mizacında konulan malzemeden dolayı bir insan ağırdır veya hızlıdır veya asabidir veya sakindir veya şöyledir veya böyledir. Mayasına girmiş, mayasında mevcut malzeme oksijen, hidrojen, neyse artık; böyle element durumunda olan şeyler değişmez. Bir adam aceleci yaratılışta ise o acelecidir. Sakin tabiatlıysa sakin tabiatlıdır. Pat diye patlayan bir insansa çok iyi kalpli de olabilir ama fevrîdir. Patlar! Ondan sonra pişman olur, özür diler, vesaire. Sakinse sakindir. Kimisi çıt çıkarmaz, kaşını kıpırdatmaz, yüzünün hattı oynamaz, renk vermez.

Yaratılışlar farklı farklıdır. Peygamberler aleyhimüssalavâtü ve'tteslîmât farklı farklıdır. Hz. Musa aleyhisselam asabiymiş. Tur dağından inince Harun aleyhisselam'ın sakalına yapışmış. Bakmış ki buzağı heykeli yapılmış, millet buzağının karşısında tapınmaya geçmiş. Yaka yok demek ki sakalına yapışmış. Yakası olsaydı yakasına yapışırdı. Sakalına yapışmış;

"Ey biraderim! Sen bu durumu görmedin mi? Böyle bir buzağı yapmaya nasıl müsaade ettin?"

Yebneümme lâ te'hüz bi-lıhyetî ve lâ bi-re'sî.

"Ey anamın oğlu!"

Kur'ân-ı Kerîm'e göre ötekisinin cevabı da böyle.

"Ey anamın oğlu! Benim başımı, sakalımı çekiştirip durma!"

Demek başından da çekiyor, sinirlenmiş, Hz. Musa bu. Sinirlenmiş; "Halk beni önemsemedi, çiğnedi geçti, aldırmadı bana!"
Ve kâdû yaktülûnenî. "Beni öldürmeye kalktılar! Zapt edemedim bu azgınları! Ben istediğimden değil. Kusuruma bakma." diyor.
Harun aleyhisselam'ın tabiatı öyle. Musa aleyhisselam'ın tabiatı böyle. İkisi de peygamber.

İbrahim aleyhisselam.

İnne İbrâhîme le-evvâhün halîm. "İbrahim aleyhisselam çok halim selimmiş. Çok ah vah edici, gözü yaşlı, hassas kalpli bir insanmış."

Evvâh; "Çok ah edici." Demek ki çok duygusal bir kimseymiş; duygusal yönü derin, engin olan bir kimseymiş.

Hz. İsa aleyhisselam'ın tabiatı ayrı.

Peygamber Efendimiz tabiatı en mütenasip, en güzel olan. Kur'ân-ı Kerîm bütün kitapları içine toplamış.

Fîhâ kütübün kayyimeh. "Bütün hakikatler, eski peygamberlere indirilmiş olan bütün mâlumat, malzeme Kur'ân-ı Kerîm'de mevcut."

İbrahim aleyhisselam'a indirilen suhuf. Hangi peygamberlere hangi suhuf indirilmişse Tevrat, İncil ve Zebur'da ne varsa hepsinin hakâiki Kur'ân-ı Kerîm'in içinde.

Hepsinin; bütün eski ilâhî vahiylerin ve dinlerin hepsinin aslı, esası, özü bizim şu anda bulunduğumuz İslâm'da. İslâm, hepsini çatısında toplamış olan din. Hülâsası, sonucu, özü ve müzesi. Müze! Hepsi İslâm'ın içinde mevcut.

Peygamber Efendimiz'de bütün peygamberlerdeki çeşitli huyların hepsinin koleksiyonu mevcut. Eşref-i ekremü'r-rusül! "Peygamberlerin en kerîmi, her bakımdan evsâfı en müstesna insan."

Elhamdülillah! Çok şükür ki karşımızda böyle bir nümûne-i imtisâlimiz var. Hazır; bir ömür boyu ne yaptığı satır satır, an an, saat saat, gün gün tespit edilmiş. İnsanlığın zirvesi! En üstün insan; en yüksek dereceli, en yüksek mertebeli peygamber, Peygamberimiz! Bu büyük bir mazhariyet.

Peygamber Efendimiz cennette en yüksek derece için:

"O bir yüksek makamdır! Sanıyorum ki oraya sadece ben çıkacağım! Benden başkası çıkmayacak!'"

Makâm-ı mahmûdu kastederek anlatırken şöyle diyor:

Makâm-ı mahmûdun sahibi, huluk-u azîmin sahibi Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem.

Bir ahlâk âbidesi. Öğrenmek için, tatbik edebilmek için soruyorlar:

"O’nun ahlâkı nedir?"

Tabi Hz. Âişe anamız onun zevce-i mutahharası olduğu için ona sormuşlar:

Yâ ümmü'l-mü'minîn! "Ey anacığımız! Söyle! Peygamber Efendimiz'in ahlâkı nasıldır?"

O da: "Sen Kur'an okumaz mısın?" buyurmuş.

Kâne hulükuhü'l-Kur'ân. "Peygamber Efendimiz'in ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm idi!"

Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetlerinin ifade ettiği, gösterdiği hedefleri yakalamış, tahakkuk ettirmiş bir insan!

Kane hulükuhü'l-Kur'ân. Yani yürüyen, canlı Kur'ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz. Mushaflarda satırlar, Peygamber Efendimiz'de mücessem, onun hayatta uygulaması. Teşekkül etmiş, müşekkel, mücessem Kur'ân-ı Kerîm, canlı Kur'ân-ı Kerîm Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem.

Peygamber Efendimiz'in ahlâkı neydi?

Hz. Âişe anamız, zeki, âlime, çok büyük ilmî meziyetleri olan bir hanım.

"Sen Kur'an okumaz mısın?" demiş.

Kâne hulükuhü'l-Kur'ân. "O’nun ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm'di!"

Hakikaten de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e hangi âyet-i kerîme inmişse onu hayatında uygulamıştır. Mesela "Mücessem örnekler, numuneler olsun." diye söylüyorum.

Sebbih'isme Rabbike'l-a'lâ. "Âlâ olan Rabbinin ismi ile tesbih eyle. İsmini tesbih eyle!"

Efendimiz hemen: "Bu sübhâne Rabbiye'l-a'lâ'yı secdede söyleyin, tesbih eyleyin!" buyurmuş.

Fe-sebbih bi'smi Rabbike'l-azîm. "Azîm olan Rabbinin ismiyle tesbih eyle!"

"Bunu da rükûda söyleyin!" buyurmuş.

Âyet inmiş, hemen uygulama yeri belirlenmiş, derhal aynen uygulanmış. Bu misal hatırda kalabilir. Hangi âyet inmişse Efendimiz onu tatbik etmiştir, ona göre hareket etmiştir. Ve hayatı; Kur'ân-ı Kerîm'in hayata yansıtılmış, elle tutulur, gözle görülür, kulakla işitilir, herkes tarafından anlaşılabilir, algılanabilir bir mücessem hâlidir.

Huluk insanın içyapısı olduğu için Türkçe "huy" diyoruz. Huyları, ahlâkı. Bu iyi de olur kötü de olur. İnsan iyi huylu da olur kötü huylu da olur. Veyahut huylarının bir kısmı iyi olur, bir kısmı kötü olabilir. Onun için iyi huylara huluku'l-hasen, huluk-u hasen denmiş. Veya izafet ile hüsnü'l-huluki denmiş. Huluku'l-hasen sıfat tamlaması, hüsnü'l-huluk izafet tamlaması tarzında. Hüsnü'l-huluk; "huyun güzelliği" demek. Huluku'l-hasen; "güzel huy" demek. Mekârim-i ahlâk demişler; "Ahlâkın asilleri." Mekârim; "asaletlilik" mânasına. Veya mehâsin-i ahlâk demişler. Veya fedâil-i ahlâk demişler; "Ahlâkın faziletlileri." Veya efâdıl-i ahlâk demişler; "Ahlâkın en üstünleri, ahlâkın efdal olanları." demişler.

Bir de bunun karşısında huluk-u seyyi' var; "Kötü huy." Veya hulüku's-sû', sûi'l-huluk; "huyun kötülüğü" gibi kelimeler hadîs-i şerîflerde geçiyor. İnsanın hilkatinde, cibilliyetinde, fıtratında, mizacında, mayasında, maddî yapısında, malzemesinde mevcut olan huylar değişmez. Bunlar sabittir. Bunlar hususunda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;

"Bir dağın kayıp bir başka yere gittiğini duyarsan inan ama bir insanın huyunun değiştiğini söylerlerse inanma!" buyurmuş.

Yani tabiat; karışımı öyle, malzemesi öyle. Su sudur, yağ yağdır, demir demirdir, altın altındır. Tabiat böyle, bu değişmez.

Yalnız birtakım huylar da kesbîdir. Edebü'd-ders derstir. Ders ile, tedris ile, öğretmek ile, alınabilir; öğrenilebilir. Potansiyel olarak insanın içinde mevcuttur, geliştirilebilir.

Tamamen karanlık bir yerde doğan bir yavru; insan yavrusu, kuş yavrusu, tavuk yavrusu, kedi yavrusu, vesaire tamamen karanlık bir yerde bütün gıdaları verilerek beslense gözleri gelişmezmiş. Çünkü doğumdan sonra göre göre gözü gelişiyormuş. Hiç ses olmayan bir yerde kulağı gelişmezmiş. Yani yavaş yavaş gelişiyor. Potansiyel olarak insanın içinde iyi huyların mayaları olabilir.

Mizacında, karışımında o malzeme vardır ama geliştirmek lazımdır. O da terbiyeyle oluyor. Terbiyeyle, toprağın altında gizli kalmış olan birtakım şeyler ortaya çıkıyor. Onun için Kur'an gelmiştir. İnsanları terbiye etmek, öğretmek, bildirmek için peygamberler gelmiştir. Demek ki mümkün! Allah'tan emir gelmiştir, yasaklar gelmiştir. Yapılması mümkün, düzeltilmesi mümkün ki böyle denmiş oluyor. Bu huyların gizli saklı olduğu yerlerden ortaya çıkarılması terbiyeyle olur, eğitimle olur.

Terbiye edeceğiz de neyi öğreteceğiz?

Amerikalı bir çeşit öğretiyor, İngiliz bir çeşit öğretiyor, Türk bir çeşit öğretiyor, Çinli bir çeşit öğretiyor, Hintli bir çeşit öğretiyor; köylü bir çeşit öğretiyor, şehirli bir çeşit öğretiyor.

Ne öğreteceğiz, nasıl öğreteceğiz?

Öğretilen şeylerin konuları değişebilir.

Bizim kültürümüzde bu eğitim tekkelerde olmuştur. Medresede bilgi; tekkede ahlâk eğitimi olmuştur. Ve bu eğitim mükemmel sağlanmıştır.

Nefis terbiye edilerek oluyor. İnsanın nefsi terbiye ediliyor, ahlâkı güzelleşiyor. Nefis terbiye ediliyor; insanın arzularının önüne set çekmesi mümkün oluyor, kendisine hâkim olması mümkün oluyor, iradesi kuvvetleniyor. Nefsin hevâsına tâbi olmuyor da aklının, ilminin, irfanının icabı olan şeyleri yapma durumuna geliyor.

Bu terbiyeyi almışlar ve gayet ârif, gayet kâmil, gayet zarif insanlar yetişmiş. Tanıyoruz, eserlerini okuyoruz, ilâhilerini okuyoruz, seviyoruz, örnek alıyoruz, iftihar ediyoruz.

Osmanlı bu bakımdan cihan tarihinde önemli bir devlet! Bu hususta fevkalade başarılı bir devlet! İyi taraflarıyla, kötü taraflarıyla değerlendirmek gerekirse Osmanlı'nın en yüksek tarafı nefis terbiyesini güzel yapmasıdır, ahlâkı güzel vermesidir. Ve bu işi devlet olarak, devlet müessesesi olarak intizama sokmasıdır.

Tekkeler intizama girmiştir, yapılmıştır ve sıhhatle çalışılmıştır. Tekkelerin tayinleri, mütevelli heyetleri; o heyetlere tayinler, kontroller hepsi intizama alınmıştır. Ve hakikaten Osmanlı efendisi, Osmanlı çelebisi cihana nam salmıştır.

Tasavvuf terbiyesi; Peygamber Efendimiz'e benzeme, Kur'ân-ı Kerîm ahlâkını elde etme terbiyesi, o eğitim. Tekke, bunun mektebi.

Tekke; mekteb-i edep, mekteb-i ahlâk.

Uygulama mektebi; işi sözde, lafta bırakmayıp insana intikal ettirme.

Bir mektep bir medrese; iki kanatlı bir çalışma. Öğretim ve eğitim. Niye bu kadar önem vermişler. Çünkü "Güzel huy dinin yarısıdır!" Çok önemlidir.

Peygamber Efendimiz Enes radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre buyurmuşlar ki:

Hüsnü'l-hulukı nısfü'd-dîn. "Güzel huy dinin yarısıdır!"

Çok önemli. Bir başka hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki;

Aleyküm bi husnü'l-huluki fe-innehû fî'l-cenneti lâ mehâlete. Ve iyyâküm ve sûi'l-huluki. Fe-innehû fi'n-nâri lâ mehâlete.

Hz Ali Efendimiz'den rivayet.

"Sizlere güzel huylu olmayı tavsiye ederim. Güzel huylu olmak boynunuzun borcu olsun. Güzel huylu olun, ne yapıp edip gayret edip bu vasfı kazanın! Çünkü o, hiç şüphesiz cennettedir!"

Ve iyyâküm ve sûi'l-huluk. "Kötü huydan da sizi tahzir eylerim. Sakının, çekinin, uzak olun! Sakın kötü huylu olmayın! Bak ihtar ediyorum size:" Fe-innehû fi'n-nâri lâ mehâlete. "Çünkü o hiç şeksiz şüphesiz cehennemdedir!"
İyi huy cennette, kötü huy cehennemde. Tabii "İyi huylular cennette, kötü huylular cehennemde olacak." demektir. Sonra bir başka hadîs-i şerîfi biliyoruz; meşhurdur, kulaklara ulaşmıştır.

Ekseru mâ yüdhilü'n-nâse'l-cennete. "İnsanları ekseriyetle cennete sokacak olan şey:" Takva'l-lâhi ve husnü'l-hulükı. "Allah korkusudur, takvâsıdır ve güzel huydur!"

Ekseriya buradan girecekler cennete! Yani cennetin kapısında "Sen ne sebeple cennete giriyorsun?" diye bir istatistik yapılsa anlaşılacak ki ekseriyet güzel huyundan dolayı cennete giriyor. Çok namaz kıldığından veya görünür ibadetleri çok yaptığından değil, güzel huyundan dolayı giriyor.

Diğer bir hadîs-i şerîf: Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh'ten:

Eskalü şey'in fî mîzâni'l-mü'mini hulukun hasen. İnna'l-lâhe yübğıdu'l-fâhişe'l-mütefahhişe'l-bezîe. "Kıyamet gününde mü'minin terazisinde en ağır gelecek olan şey, güzel huyudur."

Mâlum, yaptıklarımız tespit ediliyor, melekler tarafından yazılıyor. Âhirette bunlar ortaya dökülecek. İnsanın hesabı görülecek ve bunlar ilâhî terazide, âhiret terazisinde tartılacak. Sevaplar günahlar, hayırlar şerler tartılacak. Bu öyle bir terazi ki semâvâtı ve arzı kefesine alacak kadar büyük. Öyle bir terazi ki her şeyi içine kalacak kadar geniş. Meleklerin bu mizanın heybetinden ürperip büzülüp bir kenarda titreştiği bir terazi.

Muazzam bir manzara. Muazzam görünüşü olan bir şey. İşte burada, bu terazide en ağır çeken şey, güzel huydur. Kötü huy da Allah'ın sevmediği bir huydur. Demek ki âhirette cennete girme sebebidir, mizanı ağır bastırır, Allah'ın sevdiği bir şeydir. Dünyada da faydası vardır. Âhirete ait olan faydasını da bir başka hadîs-i şerîf şöyle ifade ediyor:

el-Huluku'l hasenü yüzîbü'l-hatâyâ kemâ yüzîbü'l-mâü'l-celîde ve'l-hulüku's-sûü evi'ş-şerru yüfsidü'l-amele kemâ yüfsidü'l-halle'l-asel.

İbn Abbas radıyallahu anhumâ'dan rivayet edilmiş:

"Suyu buza döktüğün zaman buzu erittiği gibi güzel huy da hataları, günahları eritir."

Mâlum, buzdolabından donmuş olan buz kalıbını çıkarıyoruz, musluğun altına tutuyoruz. Hemen çıkıyor, buzlar eriyor.

Suyun buzu erittiği gibi.

"Güzel huy hataları, günahları suyun buzu erittiği gibi eritir." Vel huluku's-sû'. "Kötü huy da" yüfsidü'l-amel. "İnsanın yapmış olduğu âmâl-i sâlihayı ifsad eder, fesada götürür, bozar, kokuşturur, berbat eder!" Kemâ yüfsidü'l-halle'l-asel. "Sirkenin balı mahvettiği, ekşittiği gibi!" "Sirkenin balı ekşittiği gibi, kötü huy da âmâl-i sâlihayı berbat eder, ekşitir, kokuşturur, bitirir!"

Yüfsidü'l-amel. "Ameli ifsat ediyor, iptal ediyor. Bâtıl hale getiriyor, boş hale getiriyor!"

Kişi birtakım âmâl-i sâliha işlemiş, hayır hasenât yapmış, çeşme yaptırmış, cami yaptırmış. Açlara yemek yedirmiş, çıplakları giydirmiş. Bir şeyler yapmış ama kötü huyu, buralardan kazandığı sevapları ifsat etmiş, ekşitmiş, kokuşturmuş, bitirmiş.

Bunun müşahhas bir kötü huyla ifade edildiği bir başka hadîs-i şerîfi yine hepiniz biliyorsunuzdur: Haset!

el-Hasedü ye'külü'l-hasenâti kemâ te'külü'n-nâru'l hatab. "Haset, ateşin odunu yakıp kül edip bitirdiği gibi insanın hasenâtını da yakar, yok eder, bitirir!" buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Demek ki insan hasetçiyse kıldığı namazların, tuttuğu oruçların, yaptığı hasenâtın bile sevabı yavaş yavaş gidiyor. Haset ettiği için! Demek ki kötü huy, sirkenin balı bozduğu gibi ameli bozuyor. İyi huy, suyun buzu erittiği gibi günahları eritiyor, yok ediyor; insanı kurtarıyor.

O bakımdan güzel huylu olmak gerekiyor; kötü huylu olmamaya dikkat etmek şart ve farz oluyor. Güzel huylu olmak, o hususta tevfîkât-ı samedâniyyeye mazhar olmak Allah'ın büyük bir lütfudur.

Çünkü bir hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor: 

Kâle'l-lâhu Teâlâ. "Allahu Teâlâ hazretleri buyurdu ki!" diye Peygamber Efendimiz, hadîs-i kudsî olarak serdediyor, îrad buyuruyor: Halaktü'l-ibâdi bi-ilmî. "Ben ilm-i ezelîm ile kulları yarattım!" Fe men eradtü bihî hayran. "Bu kullarımdan hayrını murad ettiğimi, hakkında hayır murad ettiğim kulumu." Menahtühû hulukan hasenen. "Güzel huylu eyledim. Ona güzel huy ikram ettim. Güzel huy verdim!"

Demek ki Allah'ın güzel huy verdiği kul, hayra erecek.

Ve men eradtü bihî sûen. "Kötülüğünü murat ettiğim, takdir ettiğim kul için de." Menahtühû hulukan seyyien. "Kötü huy verdim!"

Demek ki iyi huy Allah'ın bir ikramı; kötü huy da bir bela ve ceza. Sonuç; felaket.

Güzel huyla ilgili güzel huyun mânevî ve uhrevî faydalarıyla ilgili hadîs-i şerîfleri söyledik. Bir de maddî faydası varmış; hadîs-i şerîften anlıyoruz.

Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz bu konuda Peygamber Efendimiz'den bir hadîs-i şerîf rivayet etmiş; enteresan. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

Sılatü'r-rahimi ve husnü'l-hulukı ve husnü'l-civâri yuammirne'd-diyâra ve yezidne fi'l-a'mâr. "Sıla-i rahim yapmak, güzel huylu olmak ve güzel komşuluk eylemek; evleri, mahalleleri, beldeleri mâmur hale getirir. Ömürleri arttırır!"

"Sıla-i rahim, güzel huy ve güzel komşuluk."

Zaten sıla-i rahim de komşuluk da ahlâkın bir tezahürü. Hepsi beldelerin şenliği olmuş oluyor ve ömrün artmasına sebep oluyor. Sıla; "vasıl olma, kavuşma" demek. Rahim; "akraba" demek. Aralarında akrabalık bağı olan insanların birbirleriyle vasletmeleri, bu bağlılığı devam ettirmeleri lazım. Ziyaretleşmeleri lazım, el öpmeleri lazım, bayramlarda birbirlerini gözetmeleri lazım.

Bu sıla-i rahim tabirinin altında bir mâna daha vardır. Bazı kimseler burayı atlarlar. Kitaplarda da sarahaten yazılmamıştır. Ben böyle kullanışa dikkat ede ede kuvvetle o kanaate geldim. Sıla-i rahim sadece "ziyaret" demek değil. Biraz da "maddî bakımdan desteklemek" demek. "Cebine biraz para koymak, hediye vermek, ihtiyacını gidermek" demek. Kuru bir ziyaret değil!

Hüsnü'l-civâr; "iyi komşuluk" demek. Müslümanın komşusuyla olan geçimine son derece dikkat etmesi gerekiyor. Velev komşusu gayrimüslim olsa bile! Çünkü komşuluk hakkı var. Gayrimüslim bile olsa komşuluk hakkı vardır. Müslüman oldu mu haklar daha da kuvvetleniyor, artıyor. Akraba oldu mu daha da yükseliyor!

Hadîs-i şerîfler çok da bir iki hadîs-i şerîf daha söyleyeceğim.

İnnemâ tefsîru husni'l-hulukı mâ esâbe mine'd-dünyâ yerdâ ve in lem-yüsabhü lem-yeshat.

Bir hadîs-i şerîf bu.

"Güzel huyun tezahürü nedir? Güzel huylu insan nasıl davranacak?"

Bu hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz onun numunelerinden veriyor:

"Dünyalıktan kendisine bir şey isabet ederse razı olur, müteşekkir olur. Allah'a hamdeder, şükreder. Nasibine bir şey isabet etmezse, eline bir şey geçmezse o zaman da kızmaz! Gelirse şükreder gelmezse kızmaz. Güzel huyluluk budur. Güzel huyluluğun gereği budur."

Peygamber Efendimiz'in etrafındaki insanlar çeşitli kültür, anlayış, edep ve ahlâk seviyesinde idiler. Bazıları kalabalıkla gelmişler, Müslüman olmuşlar. Ama Müslümanlığın inceliğini henüz kavrayabilmiş değiller. Bedevîlikten tamamen sıyrılmış, çıkmış değiller. Ve bedevîlik töresini, âdetlerini, an'anesini, alışkanlıklarını da tamamen atabilmiş değiller.

Fe in-u'tû minhâ radû ve in lem-yu'tav minhâ izâhüm yashatûn.

Peygamber Efendimiz zekâtlar geldikçe fukaraya veriyor, dağıtıyor. Fevkalade cömert. Fakat bazı çiğler, pişmemiş olanlar kendilerine hisse verilince seviniyorlar, memnun oluyorlar; verilmediği zaman kızıyorlar.

Resûlullah'a kızılır mı?

Verilmemesinin bir sebebi vardır. Geçen sefer sana vermiştir de bu sefer ondan vermiyordur! Veyahut daha çok ihtiyacı olan bir başka kimse vardır. Tabi böyle Müslümanlık olmaz. Resûlullah verirse -Resûlullah'ı- sevecek; vermezse sevmeyecek.

Öyle şey olmaz!

Allah verirse sevecek, razı olacak. Vermezse razı olmayacak.

Olmaz!

Güzel halde de güzel olmayan halde de, hoşa giden halde de hoşa gitmeyen halde de Allah'ın emirleri tutulmalı, Resûlullah'ın emirleri tutulmalı. Tabi Resûlullah'ın vekili olmak dolayısıyla da mürşitlerin, hocaların tavırları da öyledir. "Bir imtihandır, bir emirdir!" diye onlara da herhalde ona göre muamele edilmeli, tahammül gösterilmelidir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz kendisiyle bey'at eden kimselere şartlar koşardı. Bey'at merasiminde sözleşirken;

Fi'l-mekrehi ve'l-menşat. "Her hâlükârda; hoşuna gitmeyen durumda da neşeli hoş zamanda da itaat edeceğiz; âsî olmayacağız, buyruğunu tutacağız, emrinden çıkmayacağız!" diye söz alırdı.

Fi'l-mekrehi ve'l-menşat. Mekreh; "Nefsin kerih gördüğü, hoşlanmadığı şey." Menşat; "Hoş, sevimli, tatlı durumlarda." "Her iki halde de itaat edeceğiz!" diye söz alırdı.

Güzel huylar nelerdir, kötü huylar nelerdir?

Biz size şimdi beş yüz tanesini saymaya, anlatmaya kalkarsak sekiz gün değil, on sekiz gün değil, seksen gün lazım. Güzel huylar çoktur. Efendimiz'in bu husustaki bazı hadîs-i şerîflerini anlatalım.

İncelemelerimde âcizâne Peygamber Efendimiz'in eğitim metodunda şöyle bir usul sezdim:

Efendimiz bir konuyu anlatırken küçük küçük dozajlarda veriyor. Mesela "Bu meselede şu üç hususa dikkat edin!" diyor. Halbuki o meselede belki otuz tane hususa dikkat etmek lazım ama üç tanesini söylüyor. Bunu şuna benzetiyorum. Hasta oluyorsun, doktora gidiyorsun. Doktor;

"Al bu hapı; sabah bir tane, öğlen bir tane, akşam bir tane al." diyor. Veyahut "Günde bir tane al." diyor. Veya "Hapın yarısını al!" diyor. "Ortasındaki çizgiden kır, aman yarısını al." diyor.

Şimdi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in; "Ahlâk nedir, güzel huy nedir?" o husustaki hadîs-i şerîflerinden birkaç misal vereyim:

Mekârimü'l-ahlâki inda'l-lâhi selâsetün. "Allah indinde, Allah'a göre ahlâkın asilleri, güzel olanları, asaletli olanları üç tanedir!"

Ta'fû ammen zalemeke ve tu'tî men harameke ve tasilü men kataake.

Enes radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş.

Aynı mânalara temas eden, buna benzer çok rivayetler var. Bu onlardan birisi.

Peygamber Efendimiz buyuruyor: "Bu asil huylar, temel huylar üç tanedir."

Ta'fû ammen zalemeke. "Sana zulmedeni affedersin!"

Zulüm nasıl olur?

Haksızlık etmiş; karşı gelmiş, vurmuş, kırmış, üzmüş, vesaire. Sen affedersin, bağışlarsın.

Ve tu'tî men harameke. "Senden esirgemiş, sakınmış, vermemiş olan kimseye sen verirsin!"

Sana karşı cimrilik etmiş, vermemiş; sen verirsin!

Zulmedeni affetmek, vermeyene vermek.

Ve tasilü men kataake. "Seninle arkadaşlığı, ilgiyi kesmiş olana sen gidersin!"

Zulmedeni affetmek, vermeyene vermek, gitmeyene gitmek.
İşte bu nefse ağır gelen bir şeydir ve hakikaten ahlâkın temelinde bu yatıyor, İslâm ahlâkının temelinde bu yatıyor. Karşılıksız olarak yapmak. Karşımızdaki kimsenin davranışına göre benim davranışım değil! İslâm'da böyle değil. O adam ne olursa olsun, benim davranışım değişmiyor. Zulmedene de iyilik yapıyorum. Gitmeyene de gidiyorum. Vermeyene de veriyorum. Bizim ahlâkımız Batı ahlâkı gibi değil.

Biz Allah rızası için yaparız, Allah için affederiz, Allah için vermeyene veririz. Allah için; küsenle barışırız, alakayı kesene gideriz. Gitmemiz lazım. "Gideriz" derken "yapabiliyoruz" mânasına demiyorum; zorlanıyoruz, yapamıyoruz. Birisi bize yan baktı mı, tamam! Bir küçük imada bulundu mu, bitti! Ufacık bir münâkaşa geçti mi, tamam!

Bu bakımdan da Peygamber Efendimiz'in hayatında ne kadar muhteşem, nice nice misaller vardır. Mekke'de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i öldürmeye bile karar verdiler. Ne zulümler yaptılar. Kendi doğduğu şehir! Yöneticilerin dedeleri olduğu şehirde Peygamber Efendimiz'i barındırmadılar, öldürmeye karar verdiler. İşkence ettiler, ablukaya aldılar, iktisadî bakımdan sıkıntıya soktular. Kızına zarar verdiler, kendisine zarar verdiler, ibadet yaptırmadılar, ashabına işkence ettiler.

Fetih olunca ne yaptı?

Hepsini affetti! Hatta hızlı komutanları frenledi. Kızgınlıkla giderler, sağı solu kılıçtan geçirirler diye onları ordudaki görevlerinden aldı.

"Kâbe'ye sığınan bağışlanmıştır! Falanca eve sığınanı bağışlanmıştır! Oralara sığınanlara eman verilmiştir!" dedi.

İşte zulmedeni affetmenin şahane misali, Mekke'nin fethidir. Muzaffer bir komutan olarak girdi. İntikam alma fırsatı elindeydi. Her birini karşısına alıp "Sen falanca gün şunu niye böyle yaptın? Sen Bilal-i Habeşî'ye niye bu ezayı yaptın? Sen filancaya niye böyle yapmıştın? Sen benim enseme niye işkembe koymuştun?" diyebilirdi. Ama o hepsini sildi attı.
Yaratılanı hoş gördü Yaradan'dan ötürü!
Yunus da çok alim insan; bu meseleyi çok iyi anlamış.
“Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek…”
İşte bu, bu hadisin manzum tercümesi. Yunus böyle tercüme etmiş.  

Efendimiz'in cömertliği dillere destan olacak kadar muhteşemdir! Onu da yapamıyoruz! Keyfimize, zevkimize, eğlencemize ayırdığımız para bir yana evimizde kullanılmayan eşyaları satışa çıkarsak Türkiye'de ordu teçhiz ederiz. Çünkü ben bir yerde ekonomi bahislerini okurken gördüm. Bu işletmeciler, ekonomistler; "Önce ihtiyaç yaratılır!" diyorlarmış. Tabir bu. Tövbe estağfurullah el-azîm. Yani adamların ihtiyacı yok. Sen önce ihtiyaç varmış gibi yalanı ortaya atacaksın; üfüreceksin, yangını körükleyeceksin. O işin ihtiyaç olduğuna milleti inandıracaksın. Aslında öyle bir şey yok ama ihtiyacı sen yaratacaksın! Ondan sonra malı hazırlayıp piyasaya sürüp tatlı tatlı satacaksın. Paraları cebine koyacaksın. Ekonomi buna dayanıyor.

Evlerimizde bir sürü biblolar, altınlar, gümüşler, tepsiler, çanaklar, tabaklar, vazolar, halılar var. Her birisi kıymetli. Mesela halı çok para ediyor. Sırf halılarımızı toplasak kaç tane fabrika kurarız, neler yaparız. Ama böyle gelmiş böyle gidiyor. Peygamber Efendimiz bir başka hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor: "Güzel huyların on tanesi vardır; en asilleri bunlardır. Bu bazen adamda olur, çocuğunda olmaz. Bazen çocukta olur, babasında olmaz. Bazen kölesinde olur, efendisinde olmaz. Bazen efendide olur, kölede olmaz! Allah bu güzel huyları, saadetini murad ettiği kimselere nasip eder." diyor.

"Güzel huylar nelerdir?" diye başka hadîs-i şerîfler de var.

İhyâ-u ulûm'u okuyacaksınız. Bu, önemli bir ahlâk kitabıdır. İmam Gazzâlî hazretleri; ahlâkı tahlil ederek, felsefesini yaparak, şekillerini anlatarak, misaller de vererek; anlaşılır, dinlenir, okunur bir tarzda ortaya koymuştur.

Hocamız'ın [Mehmed Zahid Kotku] Tasavvufî Ahlâk kitabı vardır. İbrahim Hakkı-i Erzurumî'nin Mârifetnâme'si vardır. Ama İhyâ temel kitaplardan birisidir. Herkesin evinde vardır. Bunları açıp okumanızı ve hatmetmenizi, tekrar tekrar başa geçip tekrar okumanızı tavsiye ediyoruz.

Güzel huyların zıtları ve onların âfetleri vardır. Mesela cömertliğin âfeti başa kakmaktır. Cömertlik yapıyorsun, iyi güzel ama başa kaktın mı batıl oluyor, boşa gidiyor. Halim selimliğin âfeti aptallıktır. Halim selimliğin de yeri var; gözünü aç, dikkat et! Cömertliğin âfeti israftır. Böyle şeylere dikkat etmek lazım, ahlâkın sınırlarına dikkat etmek lazım.

Ahlâkın bir hududu vardır. Alt çizgisi, üst çizgisi vardır. Oradan yukarısı ifrattır, oradan aşağısı tefrittir; iki tarafı da kötüdür. Dengeli olması lazım, ölçülü olması lazım. Her şey yerli yerinde olması lazım. Malı elini açıp tamamen saçarsan israf olur, elini kapatıp tamamen tutarsan cimrilik olur. Her şeyi normal ölçüler içinde yapmak lazımdır. Hududuna dikkat etmek gerekiyor.

Tabi yine o hudutları da bize öğreten, çizen dinimizdir ve Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyye; İslâm kültürümüzün, tasavvuf kültürümüzün pırıl pırıl kaynağıdır. Sünnet-i seniyyeye sarılırsak bizim kısa hatlarla, ana çizgilerle söylediğimiz şeylerin hepsi kendiliğinden oluverir; farkına varmadan olur, bilmeden olur.

İslâm dini, herkesin boyuna posuna uygun bir şahane libastır. Esrarlı, sihirkâr, efsunkâr bir libastır ki herkesin bedenine ve aklına çok güzel uyar. Herkesi ikna eder ve herkesi doğru yola sevk eder. Hiçbir sistem bu kadar güzel değildir. Ya münevvere hitap eder, cahil bir şey anlamaz; ya cahile hitap eder, münevveri tatmin etmez. Ama İslâm hepsini, herkesi tatmin eden bir şahane sistemdir ki insan İslâm'a uydu mu profesörlerin konferanslarına lüzum kalmaz. Çünkü bütün malzeme oradan çıkıyor; sünnet-i seniyyeden çıkıyor.

İslâm kültürü, sünneti seniyyedir!


*Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın 05.02.1992 tarihinde Yalova’da yaptığı konuşmasından derlenmiştir.

Makale “Ahlak” Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rh.a)