İslâm’da öğrenmek için her zahmete katlanılır. İlim Çin’de bile olsa öğrenmeye gidilmesi istenir. Bu yüzden tahsil uğruna kendi öz yurdunu terk edip uzak diyarlara giden ilimseverlere ve böyle gezerek ilim malzemesi toplayan bilginlere daima rastlanmıştır. Çünkü ilim, –Hz. Peygamber’in ifadesiyle– mü’minin düşürdüğü ya da kaybettiği öz malı gibidir, onu nerede bulursa sahip çıkar, alır.
En eski çağlardan bugüne dek nesiller, hayatları boyunca kazandıkları servetleri, mal, mülk, alet ve eşyaları, kendilerinden sonrakilere miras olarak bırakıp gitmişlerdir. Bunlar maddî şeylerdir. Hiç şüphesiz eskilerin yenilere bu maddî mirasın yanı sıra bıraktıkları daha değerli şeyler de vardır. Bunlar görgü, tecrübe, bilgi, dil, edebiyat, örf, âdet, hukuk gibi sosyal ve kültürel gerçeklerdir. Denilebilir ki bu manevî miras, ilkinden daha da değerlidir. Çünkü bir toplumu, bağlantısız ve amaçsız bir yığın olmaktan çıkarıp görgülü ve köklü bir ulus haline yücelten bir hazine, yeni atılım ve başarılar için gerekli bir dayanak ve engin bir güç kaynağıdır. O halde yeni nesillerin, bu manevî mirası da almaları, daha önceki deneme, yanılma ve başarıları öğrenerek bunların ışığı altında eğitilip geleceğe hazırlanmaları, toplumun ilerlemesi ve güçlenmesi için şart olmaktadır.
Ayrıca bugün, durmadan değişen ve gelişen, hareketli bir dünyada yaşıyoruz. Gerek fert gerek toplum olarak bilgimiz, görgümüz genişlemekte ve her alandaki bilgiler, metotlar, teknikler günden güne gelişip ilerlemektedir. Bu hızlı değişme ve gelişmeye ilgisiz kalamayız. Aksine davranış, geri kalmaya razı olmak demektir.
Bir üniversite profesörümüz, kalkınma için yapılması gerekli atılım ve işlemleri incelediği değerli bir eserinde, çeşitli ülkelerin bütçelerinde millî eğitime ayrılan para miktarlarını açıklıyor. Bundan, onların bu alana, millî savunma kadar para harcadıkları anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra bilimsel araştırmalar için de yine öyle büyük meblağlar ayrılıyor, en çok kâr getiren yatırımların bu alandaki harcamalar olduğu belirtiliyor. Gerçekten de yirmi beş yıllık bir dönem içinde, Amerika’da bilimsel araştırmalara harcanan her 100 dolara karşılık ortalama 2.500-5.000 dolar kazanıldığı görülmüştür.
Bilindiği gibi “öğretim”, gerekli yeni bilgilerin, yeni kişi ve topluluklara verilmesi demektir. Bu yalnız akla ve hafızaya hitap eden bir çalışmadır. “Eğitim” ise öğretimden daha başka ve daha ileri bir merhale teşkil eder. Çünkü öğretilmek istenen konunun veya bilgilerin, kişilerce benimsenmesini ve sindirilmesini amaçlar. Onların yargı ve davranışlarına kaynak ve temel olmasına çalışır. Bu niteliğiyle eğitim, şuurla birlikte alt şuura, kalbe ve ruha dönüktür; muhataba yeterlilik ve olgunluk kazandırmaya yönelir.
Öğretim ve eğitim birbiriyle iç içe olup yekdiğeriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır, biri öbürünü tamamlar. İyi bir öğretim, kişilere gerekli sağlam bilgiler kazandırır, yaşadıkları ortamı ve evreni tanıtır, kültürünü genişletir, onları her konuda ileri teknik ve metotlara vâkıf kılar. Ama kabiliyet ve yeteneklerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi, maharet kazandırılması, ayrıca kişilerin pasiflikten veya zararlı yönelişlerden kurtarılması, kendine, çevresine ve yaşadığı topluma faydalı yöne döndürülmesi, maddî ve manevî bakımdan olumlu ve verimli duruma getirilmesi ancak eğitim yoluyla sağlanabilir.
Eğitimin beden ve ruh, aile ve okul, karakter ve moral, ahlâk ve din, iş, meslek ve sanat, siyaset ve toplum eğitimi gibi pek çok çeşidi olup bunların her biri ayrı ayrı önemli ve gereklidir. Fert ve toplumlar bu gibi konularda eğitilmedikleri zaman geri ve ilkel bir seviyede kalmaktadırlar. Bir Batılı filozof bu yüzden, “İnsan ancak eğitim sayesinde insan olabilir.”1 diyor. Bir diğeri de “İddia edebilirim ki karşılaştığımız on insanın dokuzunda iyi ve kötü, toplum için yararlı ya da zararlı olarak gördüğümüz şeyler, eğitim yoluyla aldıkları şeylerdir.”2 diyerek eğitimin etki ve önemine dikkat çekmektedir.Peygamber (sav) diğer bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
Eski çağda, “Bana dayanacak bir mesnet bulursanız kaldıraçla dünyayı yerinden kaldırabilirim.”3 diyen tanınmış fizikçi gibi, bir Batı filozofu da eğitimin değerini şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğitime hâkim olan tüm dünyaya hâkim olur, eğitim imkânlarını bana verin bir yüzyılda dünyanın çehresini tümüyle değiştireyim.”4
Bütün bunlar, öğretim ve eğitimin gücünü ve bir ulusun yaşamındaki yerini bize gösteren birer belge durumundadır. Bu sebeple, tarih boyunca çeşitli bölge ve toplumlarda az-çok bir öğretim ve eğitim faaliyeti olagelmiştir.
Kültür ve eğitim tarihi dikkatle incelenecek ve gerekli kıyaslamalar özenle yapılacak olursa, görülür ki gerçek Müslümanlık bu yönden çok ileridir. İslâm dini öğretim ve eğitime olağanüstü bir önem vermiş, onu bir ibadet derecesine çıkarmıştır. Parlak İslâm kültür ve medeniyeti ile çeşitli ilimlerin ilk İslâmî devirlerde gösterdiği üstün gelişme bunun somut delilidir.
Şimdi İslâm’ın öğretim ve eğitime verdiği değerin örnekleri üzerinde biraz duralım.
Bilindiği gibi İslâm’ın gelmesinden önce Araplar kültür yönünden son derece geri idiler. Mekke gibi ticaret, din ve dolayısıyla sosyal temaslar yönünden gelişmiş bir şehirde bile okuma-yazma bilenlerin sayısı on beş-yirmi kadardı. Hicretten altı yıl sonra Hz. Peygamber, Batı Arabistan’daki Cuvâsâ adlı bölgeye iman etmeleri ve İslâm’a girmeleri için bir mektup göndermiş fakat bütün ülkede yazı okuyabilen bir tek şahıs bile bulunamadığından mektup uzun zaman ortada kalmıştı. Yine aynı yıllarda, Yemen gibi eski bir kültür merkezinde, kabilesi tarafından başkan seçilmiş önemli bir kişi ve tanınmış bir şair olan en-Nemîr b. Tevleb, okuma-yazma bilmediği için Hz. Peygamber’in kendisine verdiği fermanı Medine pazarında okutturmaya mecbur kalmıştı.
İslâm, işte böyle bir kültür çevresinde doğdu. Bu nokta, daha sonraki parlak gelişmenin daha iyi değerlendirilmesi için göz önünde tutulması gereken bir noktadır.
Ayrıca Hz. Muhammed’in (sav) ümmî olduğu da bilinen bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Ankebût sûresinin 48. âyetinde, onun daha önce hiç kitap okumadığı, yazı yazmadığı bildirilmekte; eğer okur-yazar ve eski kültürlere aşina bir kimse olsaydı bazı boş kimselerin, onun gerçekten Tanrı elçisi olduğundan ve Kur’ân gibi mükemmel ve muhteşem bir kitabın sırf vahiy yoluyla ona Tanrı tarafından indirildiğinden şüpheye düşebilecekleri belirtilmektedir. Yani onun asıl büyüklüğü ümmî olduğu halde başardığı işin eşsizliğiyle ortaya çıkmaktadır.
Bu ümmî Peygamber’e, ilk kez Hira mağarasında gelen vahiy, “Oku!” emriyle başlar ve bilginin, kalemin, yazının önemine dikkat çekerek devam eder. İşte bu emir ve işaretler ile inen Kur’ân âyetlerinin yazılması zorunluluğu, İslâm’ın ilk kültürel hareketini başlatmıştır. Bunun hemen arkasından da okuma yazma, ezberleme, öğrenme, öğretme ve eğitim çalışmalarının hızla geliştiği görülmektedir.
Medine’de zamanla mescit sayısının sekize, dokuza çıktığı, ayrıca Abdullah b. Mes’ûd ile Mahremet b. Nevfel gibi bazı kimselerin evlerinin yatılı birer mektep hâline geldiği ve bu evlerin “Dâru’l-kurrâ” diye adlandırıldığı rivayet edilmektedir.
Peygamberimiz bir hadisinde, “Benim bu mescidime gelen –başka bir şey için değil– sadece hayır için, hayrı öğrenmek ve öğretmek için gelir. Böyle bir iyi niyete sahip kimse, Allah yolunda cihad eden bir kimse derecesindedir.”5 demiştir. Peygamberimiz’in bu gibi sözleri, kısa zamanda öğreticiler ve öğrenenler üzerinde etkisini göstermiş ve Mescid-i Nebî kısa zamanda bir bilim yuvası hâline gelmişti.
Sevgili Peygamberimiz ehl-i Suffa’yı sever, korur ve gözetirdi. Onlarla sık sık oturur, sohbet eder, eğitilmelerine çalışırdı. Genellikle yoksul olan bu ilim severleri sofrasına çağırır ya da hali vakti yerinde olan sahabeye, onların maddî ihtiyaçlarını gidermeleri yolunda işarette bulunur, onların eğitim ve öğretimlerini her şeyin üstünde tutardı. Bu konuyla ilgili şu olay oldukça dikkat çekicidir:
Bir gün kendi öz kızı Hz. Fatıma ile amcasının oğlu, damadı ve ilk Müslüman olanlardan biri olan Hz. Ali, onun yanına gelerek işlerinin ağırlığından ve çektikleri zahmetlerden bahsettiler. İşten yaralanan ellerini gösterdiler. Medine’ye o sıralarda getirilmiş olan esirlerden kendilerine bir hizmetçi ve yardımcı verilmesini istiyorlardı. Örnek insan Peygamberimiz onlara şu ilginç cevabı verdi:
“Size bir hizmetçi ayıramayacağım. Çünkü daha bütün güçleriyle öğrenim ve eğitime kendilerini verdiklerinden yoksulluk çeken ehl-i Suffa’nın geçimlerini sağlayacak, karınlarını doyuracak bir nesne sağlayamadım. O esirleri satıp karşılıkları ile ehl-i Suffa’yı geçindirmeyi düşünüyorum.”6
Esirlerin öğretim yolunda kullanılışına dair başka bir örnek daha vardır.
Hicret’in ikinci yılında yapılan Bedir savaşında bazı düşmanlar esir edilmişti. Bunların mali durumu elverişli olanlarından iki bin-dört bin dirhem arasında fidye-i necat alındı, yoksul olanları ise salıverildi. Okuma-yazma bilenlerinin ayrı bir şarta bağlandığını ve Medineli Ensar çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğrettikleri takdirde azat edileceklerinin öne sürüldüğünü görüyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’i toplama komisyonunun tanınmış üyesi Zeyd b. Sâbit’in de bu sırada okuma-yazma öğrenmiş olduğu kaynaklarda yazılıdır.
İnen Kur’ân âyetleri Hz. Peygamber’e, “Rabbim! Benim ilmimi arttır.”7 diye dua eylemesini söylüyor, bilenlerle bilmeyenlerin Tanrı katında eşit tutulmayacağını bildiriyor. Kur’ân, bilgili Müslümanların Tanrı’ya daha iyi kulluk edebileceğini, Allah’ın ilim verilmiş kulları yükselteceğini belirterek daima ilmi, öğrenimi teşvik ediyordu. Âl-i İmrân sûresi, 104. ve 110. âyetlerde, “Sizlerden, insanları hayra çağıracak iyiliği emredip kötülüğü önleyecek bir ümmet oluşsun ki felah bulacaklar işte öyleleridir.” “Siz insanlığın mutluluğu için ortaya çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülüğü önleyen, Allah’a samimiyetle inanan, en hayırlı bir ümmetsiniz.” diye ümmet-i Muhammed’e belirli bir görev yani irşad görevi yükleniyordu. Bu yüzden onların, halkı irşad edecek din adamı olarak yetiştirilmesi gerekmekteydi. Yüce Peygamberimiz’in öğretim ve eğitime yönelmesi, ilme teşvik etmesi bu yüzdendi.
Peygamberimiz bir gün dolaşırken bir mescide uğramış ve orada iki ayrı küme görmüştü. Bunlardan biri toplu halde dua, niyaz etmekle meşguldü. Diğer küme ise ilim öğrenmekteydi. Dikkate değer bir davranıştır ki Efendimiz, ilimle meşgul olan bu ikinci kümenin arasına oturdu ve “Bir Peygamber olarak ben de bir öğretmen sayılırım.”8 buyurdu.
Peygamberimiz’in hadisleri bir bütün olarak incelenirse görülür ki ilim tahsil etmek, kadın-erkek her Müslümana emredilmiş ve bu ödevin önem derecesi “farîza” kelimesiyle anlatılmıştır. Farîza, “dince gerekli ve zorunlu bir görev” demek olur. O halde bir Müslüman için namaz, oruç, zekât ve hac nasıl kesinlikle yapılması gereken bir görev ise ilim öğrenmek de öyledir. Bunun sebebini anlamak güç değildir. Çünkü ilim olmadan inanç konularının gereğince kavranması ve adı sayılan ibadetlerin bile usûlüne uygun olarak yapılması kabil olamaz.
Hz. Peygamber’in eğitim siyaseti erkekler kadar kadınları da hedef alıyordu. Bizzat kendisi, haftanın bir gününü kadınların öğretim ve eğitimine ayırmıştı. Zevcesi Hz. Hafsa, onun izni ve teşvikiyle akrabasından Şifâ binti Abdullah isimli hatundan yazı yazmayı öğrenmişti. Diğer genç zevcesi Hz. Âişe ise ashab-ı kiramın başlıca bilginleri arasında sayılacak dereceye ulaşmıştır. Nitekim Urvet b. Zübeyr, “İlim ve fıkıhta, tarih, şiir, edebiyat ve tıpta, Hz. Âişe’den daha bilgili bir kimse görmedim.”9 diyor. Hz. Âişe, Peygamberimiz’den en çok hadis rivayet edenlerden biridir. Ashaptan çok kişiler kendisine gelir, mesele sorar ve danışırlardı. Bir kişi Mesrûk’a, “Hz. Âişe, ferâiz ilmini de bilir miydi?” diye sordu. Mesrûk, “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in (sav) yaşlı ve büyük sahabilerinin bile gelip ondan ferâiz sorduklarını gördüm.”10 diye cevap verdi.
İslâm’da kadının ilim tahsili konusu, –o çağın başka ülkelerinde kadının durumu incelenirse görülür ki– zamana göre çok ileri bir anlayıştı. Zaten İslâm’ın kadına, çağının çok ilerisinde haklar ve hürriyetler tanıdığı, Batılı araştırıcıların da kabul ettiği bir gerçektir. Misal olarak ticaret ve alış-veriş yapabilme, mal-mülk sahibi olma ve bunları dilediği gibi kullanabilme, miras alabilme, her türlü akit yapabilme haklarını gösterebiliriz.
“Her kim dünyaya ait maddî bir kazanç sağlamak isterse ilme sarılsın, bunun gibi ahiretini kazanmak isteyen de ilme sarılsın ve bilsin ki ahiret de ancak ilim ile kazanılabilir.”
İslâm fıkhına göre toplum hayatı ve Müslümanların gelişmesi için gereken ya da onları korumaya ve onlara hizmet etmeye yarayan bazı ilimleri öğrenmek, –dinî yönden– bir farz-ı kifâyedir. Bu şu anlama gelir:
Bir İslâm toplumunda, eğer böyle bir ilimle, mesela tıp ya da matematikle ilgilenen kimse bulunmasa, o toplumdaki herkes, bu ihmalkârlıktan dolayı manevî sorumluluk altına girer ve günah işlemiş olurlar. Demek ki Müslümanların her cins ilimle uğraşmaları ve aralarında dikkatli bir iş bölümü yapmaları din yönünden zorunludur.
Bu anlayış dolayısıyladır ki halife Hz. Ömer’in, eyalet valilerine gönderdiği bir emirnamede şu tavsiyeler yer alıyordu:
“Çocuklarınıza yüzmeyi, biniciliği, nişancılığı, güzel konuşma ve hitabeti, şiiri öğretiniz.”11
Dördüncü halife Hz. Ali’nin de çocukların, babaların devrine göre değil istikbale göre yetiştirilmesini tavsiye ettiği meşhurdur.
İslâm’da öğrenmek için her zahmete katlanılır. İlim Çin’de bile olsa öğrenmeye gidilmesi istenir. Bu yüzden tahsil uğruna kendi öz yurdunu terk edip uzak diyarlara giden ilimseverlere ve böyle gezerek ilim malzemesi toplayan bilginlere daima rastlanmıştır. Çünkü ilim, –Hz. Peygamber’in ifadesiyle– mü’minin düşürdüğü ya da kaybettiği öz malı gibidir, onu nerede bulursa sahip çıkar, alır.
Şu kadar var ki, ilim ve eğitim konularının değeri ve önceliği söz konusu olunca, İslâm’ın en çok Allah’ı yanlışsız ve gereği gibi tanımaya, bundan sonra da ahlakın temeli olan nefis terbiyesine önem verdiği görülür. Nitekim Nisâ sûresi, 48. ve 116. âyetlerinde Allah’ın her günahı bağışlayabileceği ama kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceği kesinlikle belirtilmektedir. Çünkü insanoğlu dünyada, her şeyden önce Tanrı’yı bulma ve tanıma ile görevlidir. Bir gün Peygamberimiz’e, hangi amelin, yani iş ve eylemin, Tanrı katında daha üstün ve sevgili olduğu soruldu. O, “Azîz ve Celîl olan Allah’ı bilmek ve tanımak!” diye karşılık verdi. Yine hangi bilgiyi kastettiği soruldu, “Yüce Allah’ı bilmeyi kastediyorum.” buyurdu. Bu kez, “Ey Allah’ın elçisi! Biz yapılması gereken amel ve işi soruyoruz, siz ise ‘bilmek’ diye karşılık veriyorsunuz.” dediler. O zaman buyurdu ki: “Allah’ı bilerek şuurla yapılacak az bir amel yarar sağlar ama Allah’ı tanımadan cahil ve gafil olarak işlenen çok amelin bile kişiye bir faydası dokunmaz.”12
Bu değerli ve kutlu bilgiye ermiş kimselere, din ve tasavvuf dilinde “ârif” adı verilir. Birçok hadislerde övülen âlimler, aslında bu âriflerdir. Bu inceliği gözden uzak tutmamak, âyet ve hadisleri doğru anlayabilmek için şarttır.
“Âlimler, peygamberlerin gerçek vârisleridir.”13
“Âlimin diğer insanlara üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”14
“Âlimin uykusu bile cahilin ibadetlerinden daha değerlidir.”15
“Âlimlerin mürekkepleri, kıyamet günü şehitlerin kanıyla tartılacak ve daha ağır gelecektir.”16
gibi hadislerde durum hep böyledir.
“Hoş geldiniz! Küçük cihattan dönüp büyük cihada yani -kişinin kendi nefsinin kötü arzularıyla savaşmasına- gelmiş bulunuyorsunuz.” diyerek nefis mücahedesinin önemine işaret etmişti.17 Çünkü güzel ahlakın temeli ve başlıca kaynağı bu vicdan eğitimidir. Ahlak ise dinin en büyük amaçlarından biridir. Peygamberimiz, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”18 diyerek bunu belirtmektedir.
Buraya kadar İslâm’da, insanları ilme, öğrenmeye, her tür eğitim ve özellikle vicdan terbiyesi ve ahlaka olağanüstü bir biçimde teşvik eden bazı âyet ve hadisleri, dinimizin hükümlerini, dilim döndüğünce belirtmeye çalıştım. Bunların etki ve sonucunun ne olduğunu, daha sonra İslâm’ın mucizevî gelişmesi, kurduğu parlak uygarlık açıkça göstermektedir. İnancımızdaki bu eşsiz güçleri, günümüzde yine işler hâle dönüştürmeli; bilgi, öğretim ve eğitim alanlarında, fert ve toplum olarak iman ve sevgiyle yeni atılımlara yönelmeliyiz.
Bu yolda başarılar, mutluluklar!
* Başmakaleler 4: İdeal Yol, İstanbul: Server İletişim, 2010, s. 74-83.
1. Immanuel Kant, On Education, çev. Annete Churton, USA Boston: D. C. Heath & Co., Publishers, 1900, s. 6.
2. John Locke, Some Thoughts Concerning Education and of the Conduct of the Understanding. haz. Ruth W. Grant and Nathan Tarcov, Indianapolis: Hackett Publishing Co., Inc., 1996, p. 10.
3. Archimedes, “Doric Speech of Syracuse”, John Tzetzes, Book of Histories (Chiliades), çev. Francis R. Walton, c. II, s. 129-130.
4. Leibniz’e ait olan bu sözün kaynağı bulunamamıştır.
5. İbni Mâce, “İftitah”, 17, hadis no: 227; Ahmed b. Hanbel, II, 418, hadis no: 9409; Ebû Ya’lâ XI, 359, hadis no: 6472; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VI, 175, hadis no: 5911.
6. Buhârî, “Farzu’l-humus”, 6; “Nafakât”, 6; “Deavât”, 11; Müslim, “Zikir”, 80; Ebû Dâvûd, “Harâc”, 20, hadis no: 2988; “Edeb”, 100, hadis no: 5062; Tirmizî, “Deavât”, 24, hadis no: 3408, 3409; Nesâî, “Nikâh”, 81, hadis no: 3382; İbni Mâce, “Zühd”, 11, hadis no: 4152; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 95-96, 106–107, 123, hadis no: 604; 740, 838, 996; Dârimi, “İsti’zân”, 52, hadis no: 2688.
7. Tâhâ, 20/114.
8. İbni Mâce, “Mukaddime”, 17, hadis no: 229; Tayâlisî, s. 298, hadis no: 2251; Dârimi, “Mukaddime”, 32, hadis no: 349; Bezzâr, VI, 428, hadis no: 2458.
9. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXIII, 182, hadis no: 294.
10. İbni Ebû Şeybe, VI, 239, hadis no: 31037; Dârimi, “Ferâiz”, 1, hadis no: 2859; Saîd b. Mansûr, I, 96, hadis no: 287; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXIII, 181, hadis no: 291; Hâkim, IV, 12, hadis no: 6736; Heysemî, Mecma’u'z-zevâid, X, 388.
11. Ebû Râfi (ra)’den nakledilen hadis için bk. Ebû Nu’aym, Hılyetü’l-evliyâ, I, 184; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân VI, 401, hadis no: 8665; a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ, X, 15.
12. Enes (ra)’den nakledilen hadis için bk. Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 267; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadis no: 1240; Münâvî, Feyzu’l-kadîr, II, 27.
13. Bu hadis Ebu’d-Derdâ (ra)’den nakledilen uzun bir metnin içinde verilmiştir. Bk. Buhârî, “İlim”, 10; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1, hadis no: 3641; Tirmizî, “İlim”, 19, hadis no: 2682; İbni Mâce, “İftitâh”, 17, hadis no: 223; Ahmed b. Hanbel, V, 196, hadis no: 21763; Dârimî, “Mukaddime”, 32, hadis no: 342; İbni Hibbân, I, 289, hadis no: 88.
14. Tirmizî, “İlim”, 19, hadis no: 2682; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1, hadis no: 3641; İbni Mâce, “İftitâh”, 17, hadis no: 223.
15. Bk. Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, IV, 385; Deylemî, IV, 247, hadis no: 6732; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadis no: 9294; Münâvî, Feyzu’l-kadîr, VI, 291. Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 1837.
16. Nu’mân b. Bişr’den nakledilen rivayet için bk. Cürcânî, Târîhu Cürcân, s. 91, hadis no: 52; s. 222, hadis no: 355. Ali el-Muttaki İbni Abbas’tan nakledilen rivayeti İbnü’n-Neccar’a nispet eder. Bk. Kenzü’l-ummâl, X, 309, hadis no: 28899. Amr b. el-Âs’tan nakledilen hadis için bk. İbnü’l-Cevzî, el-Ilelü’l-mütenâhiye, I, 79-80, hadis no:82. Aclûnî de hadisi Hatîb el-Bağdâdî’ye nispet etmiştir. Bk. Keşfü’l-hafâ, hadis no: 2276, 3281.
17. Câbir b. Abdullah (ra)’dan nakledilmiştir: Resûlullah (sav) bir gazvesinden geldi ve o (savaştan dönenlere) şöyle buyurdu:
“Hayırlı bir şekilde geldiniz ve küçük cihaddan büyük cihada döndünüz.” Onlar;
“Ey Allah’ın Resûlü! Büyük cihad nedir?” dediler. Allah Resûlü de;
“Kişinin nefsiyle mücadele etmesidir.” buyurdu. Bk. Bağdâdî, Tarîhu Bağdad, XIII, 523 (Vâsıl es-Sûfi’nin tanıtımında zikredilmiştir.) Ali el-Muttakî hadisi Deylemî’ye nispet etmiştir. Bk. Kenzu’l-ummâl, IV, 930, hadis no: 11779.
18. Ebû Hureyre (ra)’den nakledilen hadis için bk. Mâlik, “Hüsnü’l-hulk”, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 381, hadis no: 8939; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 104, hadis no: 273; Hâkim, II, 670, hadis no: 4221; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 192, hadis no: 1165; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 191.