İslâmiyet Nedir?*

İslâm, Arabistan’da bundan on üç asırdan fazla bir zaman önce zuhur eden, mukaddes peygamber Hz. Muhammed (sas) tarafından tâlim edilen dine, bizzat Allah’ın verdiği isimdirİslâm kelimesi çok manidardır, harfi harfine “huzur, sulh ve sükûn” demektir. Nitekim sulh ve sükûn, onun tesis ettiği bütün sistemin hâkim, esas fikridir. Kelime aynı zamanda, “teslimiyet ve inkiyâd” manasına gelir. Üçüncü bir manası ise “huzur ve sükûna yol” demektir. İslâm adı altında öğretilen bilgiler, sâliklerini bu kelimelerle ifade edilen hallere eriştirir ve günlük hayatta aynen riayet olunursa, bütün dünyada sulh ve sükûn sağlayacağı muhakkaktır.

Yazının diğer dillerdeki çevirileri

J. W. Lovegrove (Habibullah)
Çeviren: Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan (Rh.a.)

ÖNSÖZ

Hristiyanlığın, kilise teşkilatı ve papazların sorumsuz, çıkarcı tutumları sonucu sapık ve mantık dışı bir seyir takip etmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu haliyle, düşünen Avrupalının aklını ve vicdanını doyuramamakta, şahısların ruhî buhranlara düşmelerine veya dinsizliğe kaymalarına sebep olmaktadır. Bu durumda bir kısım münevverler, dünyada mevcut bütün büyük dinleri dikkatle inceleme ve hakikati arama yolunu seçiyorlar.

Kilise teşkilatı tarafından yürütülen asılsız isnat, iftira ve korkunç propagandalara rağmen objektif tetkik ve mukayeselerden sonra İslâm’ın hak din olduğunu görerek ona intisap eden sayısız Avrupalı vardır. Bunlar arasında atom alimleri, müsteşrikler ve hatta bizzat papazlar bile bulunuyor.

Bu zorlamasız, propagandasız ve davetsiz ihtidalar İslâm’ın ilahiliğine kesin delil ve onun Batı teknik ve medeniyetiyle yoğrulan zihinlerle uyuşamayacağı şeklindeki gülünç kanaatlere fiili cevap mahiyetindedirler.

Doğu’da ve Batı’da, İslâm’ın mahiyetini ve ruhunu anlatan sayısız değerli eser yazılmış ve neşredilmiş olduğu halde okuyucularımıza bir İngiliz Müslüman olan J. W. Lovegrove’un What is İslam? adlı kitabını sunuşumuz, Hristiyan doğduğu halde ihtida ederek İslâm’a girmiş Avrupalıların, İslâm hakkındaki kanaatlerini aksettiren eserlerine hususî bir önem ve mana vermemizdendir. Okuyucular bu suretle Batılıların dinimizi nasıl gördüklerini ve nasıl anladıklarını da müşahede etmiş olacaklardır.

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan

GİRİŞ

Bu sayfalar, insanların İslâm’a giriş sebeplerinin ne olduğu hakkında, birçok yerden aldığım soruların ve taleplerin tarafımdan karşılanması maksadıyla yapılmış mütevazı bir teşebbüsten ibarettir. İman sisteminin bir muhasebesini ve müdafaasını yapmak istemiyorum. Onunla ilgili emsalsiz bazı şeyler vardır. Fakat o daha ziyade bir tarih dinidir ve müessisi de tarihî bir şahsiyettir. Halbuki diğer dinlerin ilk ve aslî talimatı hakkında çok az şey biliyoruz. Doğrulukları kabul edilmiş birkaç ahlâkî emri içeren, birkaç dağınık tasvir elimize ulaşmıştır. Hemen hemen bütün diğer peygamberlerin hayatları efsane ve esrar ile örtülüdür ve onların kendi talimatlarını, yine kendi hareket tarzlarının ışığı altında tetkik etme hususunda bize yardımcı olamaz. Buna karşılık İslâm’a gelince, onunla ilgili bilgileri ihtiva eden vesikanın güvenilirliğinden hiçbir kimse asla şüphe edemez. İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in hayatında nasıl ise bugünkü de aynı durumda bulunmaktadır. Onun hareketleri, fiilleri ve kitabın çeşitli hükümlerini açıklayıcı mahiyette olan sözleri bize, aslî sâfiyetiyle, olduğu gibi intikal etmiştir. Bundan dolayı benim bu sayfalarda yazdıklarım, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in sözleri arasında bulduğum bazı bilgilerin bir şerhi ve izahı mahiyetindedir. Daha başka yerlerde evvelce boş yere arayıp durduğum huzur ve teselliyi onlarda bulmuş bulunuyorum.

Ben sade, saf, akıl ve mantığımı öldürmeden, kabullenemeyeceğim birtakım akide ve fikirlerden uzak, tatbiki mümkün bir din arzuluyordum. Benim Allah’a ve çevremdekilere karşı vazifelerimi yapmam, her din sisteminin başlıca gayesidir veya öyle olması gerekir. Fakat İslâm, bu esas kaideye tatbik edilebilir bir suret ve amelî bir şekil kazandırmak için gelmiştir. Biz, örnekleri ile hayatın bütün muhtemel hadiseleri ve zaruretlerini karşılayacak hükümler, bizim karşılaştığımız güçlüklerin çözülmesinde rehber olarak emirler ve talimat istiyoruz ve benim İslâm’da bulduğum işte budur.

Yine İslâm ile ilgili olan ve Hâcî, Khwaja (Hoca) Kemâleddîn tarafından 1924 yılında Wembley Dinî Konferansı’na takdim edilen “Al-Islam” başlıklı, çok enteresan bir yazıyı da eserime ekleme hususunda izin almış bulunuyorum. Bu ikinci eser benim ihtisasımın azlığı dolayısıyla farkına varamadığım veya atladığım noktaları daha çok vuzuha kavuşturacaktır.

* * *

İslâmiyet Nedir?

İslâm, Arabistan’da bundan on üç asırdan fazla bir zaman önce zuhur eden, mukaddes peygamber Hz. Muhammed (sas) tarafından tâlim edilen dine, bizzat Allah’ın verdiği isimdir. Bu din dünyanın büyük dinlerinin en sonuncusudur. İslâm adı bu dinin sâliklerince uydurulmuş olmayıp Kur’ân-ı Kerîm’de sarâhatle yer almaktadır. 3/Âl-i İmrân, 18’de “Allah nazarında hak din İslâm’dır.” denilir. 5/Mâide, 3’de de “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan lütfumu tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim ve tensip ettim.” buyurulmaktadır.

İslâm kelimesi çok manidardır, harfi harfine “huzur, sulh ve sükûn” demektir. Nitekim sulh ve sükûn, onun tesis ettiği bütün sistemin hâkim, esas fikridir. Kelime aynı zamanda, “teslimiyet ve inkiyâd” manasına gelir. Üçüncü bir manası ise “huzur ve sükûna yol” demektir. İslâm adı altında öğretilen bilgiler, sâliklerini bu kelimelerle ifade edilen hallere eriştirir ve günlük hayatta aynen riayet olunursa, bütün dünyada sulh ve sükûn sağlayacağı muhakkaktır.

İslâm’a giren kimseye “Müslim” denir ki “barışçı, uysal ve inkiyad etmiş” anlamına gelir. Allah ve O’nun yarattıklarıyla barış kuramamış bir kimse Müslim olamaz. Allah ile barış ve sulh, O’nun iradesine teslim oluş ve emirlerine uymadan ibarettir. İnsanlarla barış ise herkese iyi davranmak demektir.

“Allah’ın itaatli, seçkin kullarının en iyileri görüldükleri zaman Allah hatırlanılan kimselerdir. İnsanların en kötüleri ise onun sözünü buna taşıyarak koğuculuk yapanlar, zararlı olanlar, arkadaşları birbirlerinden ayıranlar ve sair kimselerin kusurlarını araştıranlardır.”

Hz. Peygamber (sas), “Bir Müslim, elinden hiçbir kimseye zarar erişmeyen kişidir.” der. Bütün fikir Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetiyle tam olarak ifade edilmiştir:

“Evet! Kim ki kendini Allah’a tamamen teslim etmiştir ve herkese iyilik yapmaktadır, onun mükâfâtı ve taltif edilmesi Allah’a aittir; kıyamet gününde onun için hiçbir korku olmayacak, o hüzün ve teessüf duymayacaktır.”1

Dinin Hedefleri

Her çocuk dünyaya aslında günahsız ve masum olarak gelir. O ve Yaratıcısı, birbirlerine karşı barış ve uzlaşma hâlinde bulunduklarından İslâm’da kızmış bir Tanrı ile barıştırılma meselesi(!) diye bir şey yoktur; bağışlanması için şefaat veya mevhum bir günahın lekesini izale için kefaret de gerekmez.2 Ona en yüksek kabiliyet ve istidatlar bahşedilmiştir, tekâmülü bilkuvve, yani imkân bakımından sonsuzdur. Nitekim biz Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyeti görüyoruz:

“Muhakkak ki biz insanı en mükemmel suret ve hilkatte yarattık; sonra onu aşağıların aşağısı hâline düşürdük. Bu sefil dereceye ancak inananlar ve iyilik yapanlar düşmezler ve onlara kesilmeyen bir mükâfat verilecektir.”3

Dinin görevi, Müslümanlara kendi tabiatlarında istidat olarak mevcut olan iyi ve asil şeyleri ortaya çıkarma hususunda yardım etmektir. Bu bakımdan İslâm, yalnız inançlar topluluğu değil ayrıca hareket ve fiil hâline çevrilmesi gereken prensipler ve emirler demektir. Tatbikatı olmayan kuru bir inanç, İslâm’da ölü bir kanun demektir ve Allah nazarında hiçbir değer taşımaz.

Kur’an’ın öğrettiği gibi biz, varlığımıza Allah tarafından konulmuş harikulâde bir kabiliyete sahibiz ve Allah’a karşı en iyi ibadet veya teşekkür, bunları kendi varlığımızın hayrına olarak ortaya çıkarmak ve kullanmaktır. Biz dua ve ibadet eder, Allah’ı ulular ve yüceltiriz. Fakat bu hareketler kendimizi ıslah ve terbiye ile bir arada yürümezse İslâm dini ölçüsüyle bir kıymete sahip sayılmaz. İnançlar amel ve fiil hâlinde tatbik edilmedikçe semeresiz, faydasızdır. Tabiatımızdaki servetleri kuvveden fiile çıkarmadıkça Allah’a hakkıyla kulluk etmiş olmayız. Çünkü yaratılışımızdaki en büyük hedefe erişememiş, başarıya ulaşamamışız, demektir. Hz. Muhammed (sas) şöyle der:

1. Cenâb-ı Hak, bedene kalbin de refakat ve iştirak etmediği bir ibadeti kabul buyurmaz.

2. Bir ibadet ki sahibini yanlış yola gitmekten ve günah işlemekten alıkoymaz, onun Allah’tan uzaklığını ziyadeleştirmekten başka hiçbir şeye yaramaz.

3. Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibadet ediniz çünkü her ne kadar siz O’nu görmüyorsanız da, O sizi görmektedir.

4. Allah’a sabahları ve akşamları ibadet ediniz ve gündüzleri dünyevî çalışmalarınızla da meşgul olunuz. İbadet kulu kendisine rızık verene yakın kılar.

“Bir kişinin istikbaldeki hakikî serveti yakınlarına ve arkadaşlarına yapmış olduğu iyiliklerdir. O ölünce insanlar, ‘arkasında mal-mülk olarak ne bıraktı?’ diyecekler fakat onu sorguya çeken melek sadece, ‘kendinden evvel ahiret âlemine ne gibi iyi ameller gönderdin?’ diye soracaktır.”

İslâm İnsanlığın Dini

“Allah nazarında hakikî ve doğru din sadece İslâm’dır.”4 “Benim emirlerime riayet etmek ve Allah’ın yaratıklarına şefkat göstermek”, bu, İslâm’ın Hz. Muhammed tarafından yapılan tarifi idi. Böyle olunca İslâm herhangi bir zamana ve yere münhasır sayılamaz. İnsanlığa vahyedilmiş bütün dinlerin temel taşı da odur. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (sas) tarafından bize böyle haber verilmiştir. İslâm dini insanlık âlemine ta ilk çağlardan beri ışıklarını saçmıştı. O, Hz. Âdem’in ve daha sonraki bütün peygamberlerin de dini idi. Bu sebepten biz Müslümanlar diğer dinlere, insan tekâmülünün muayyen merhaleleri olarak bakmayız; biz onların hepsinin aynı ilahî menşeden geldiğini ve hepsinin ilk zamanlardaki saflıkları içinde Hz. Muhammed’in bildirdiği din kadar bizi bağlayıcı olduğunu düşünürüz. Bütün peygamberler bizden eşit saygı isterler ve biz onlara bağlanırken hiçbirini diğerinden farklı tutmayız. Zaten Kur’an da bunu bize aşağıdaki âyet ile tavsiye etmektedir:

“De ki, ‘Biz Allah’a, bize vahyedilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve kabilelere indirilen hükümlere; Rableri tarafından diğer bütün peygamberlere vahyedilenlere inanır ve onlardan hiçbirini ötekilerden tefrik etmeyiz ve O Tanrı’ya boyun eğer, teslim oluruz’.”5

Dünyada bugün mevcut bütün diğer dinlerin talimatı arasında şu harika esas ile mukayese edilebilecek bir şey var mıdır? Mantık ve muhakeme apaçıktır: Biz peygamberlere tapınmıyoruz; onlara Rabbimiz’in elçileri, sözcüleri olduklarından saygı duyuyoruz. Bu sıfatla hiçbir mübarek, mukaddes(!) ırka, hele Kur’an, bize o peygamberlerin hepsinin aynı dini getirdiğini söyledikten sonra meşrû olarak diğerine kıyasla bir üstünlük izafe edilemez.

Bir Müslüman ile diğer dinden bir şahıs arasında herhangi bir kavga veya ihtilaf sebebi olabilir mi? Kendi dininize, diğer dinlerin öğreticilerini küçültmek yoluyla herhangi bir özellik ve bencillik atfettiğiniz an ayrılık ve ihtilaf tohumlarını saçmış olursunuz. Bu esaslı sebepten dolayıdır ki Kur’an bize Müslim adını verir. “O (Allah), sizi burada da bundan önce de Müslim diye adlandırmıştır.”6 Bazı kereler yanlış olarak kullanıldığı gibi Muhammedî adı değil.

Şüphe yok ki biz insanlığın başından beri mevcut olan aslî ve kadîm din yani İslâm’ın, son olarak vahyedilmesine Hz. Muhammed’in talimi vasıtasıyla mazhar olduk ve onu bu sebepten kalbimizin derinliklerinden taşan bir sevgiyle sever ve sayarız. O, tıpkı bizler gibi aynı dinin bir sâliki, yani bir Müslim idi: “Ben Allah’a teslim olan, itaat eden kimselerin (Müslimlerin) ilkiyim.”7

Müslim demek, ilahı kanuna itaat eden, kendi arzu ve iradesini en yüce varlığınkine tâbi kılan kimse demek olduğuna göre kendine bu ismin verilmesini istemeyecek centilmen tasavvur edemiyorum.

İslâm’dan başka hiçbir din olmamak icap eder. Kendilerine şu veya bu şahsın adı altında ayrı bir etiket yapıştıranlar, vaki sadakat ve bağlılık antlaşması hilâfına gitmiş, peygamberlerin kendilerinden istediği hususlara hürmetsiz ve aykırı bir hareket tarzı tutturmuş oluyorlar, bu hareket tarzı ile değişik insan toplulukları arasında ayrılık ve husumet yaratıyorlar.

Bizim bütün ilham kaynağımız ve kılavuzumuz Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in tâlimleridir (hadis). Mukaddes peygamber Muhammed’in (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) teşrifi dolayısıyla diğer bütün dinlerin tâlimlerini, Kur’an’ın ruhuna uygun olmadıkça asla kabul edemeyiz. Çünkü Kur’an’dan başka hiçbir semavî kitap, beşerin müdahale ve karıştırmasından uzak kalamamış ve bize aslî safiyetiyle ulaşamamıştır. Bu herkesçe bilinen ve kabul edilen bir vakıadır. Kur’an ise bilindiği üzere bize kadar hiç bozulmadan ve değiştirilemez olarak gelmiştir. Haklı olduğumuz âşikâr değil mi?

Biz Hz. Musa’yı da Hz. İsa’yı da dinin tâlimcisi olarak kabul ediyoruz. Fakat Tevrat’a ve İncil’e onların tâlimlerinin hakikî kayıtları gibi bakıp itimat etmemize imkân var mı? Eğer yoksa ki modern ilmî araştırmalar mevcut İncil’in itimada şayan olmayan gayr-i mevsûk bir kitap olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumda bize Kur’an’ı, dinî hakikatleri ihtiva eden biricik kitap olarak kabullenmekten başka hiçbir hareket tarzı kalmıyor. Aslında bu kitap, insanlığın diğer bütün öğreticilerine peygamberlere vahyedilen eski hakikatleri tamamıyla içinde hülasa ve icmal etmektedir: “... temiz sayfalar ki bütün doğru kitaplar onun içindedir.”8 İlave olarak Kur’an insanlığın diğer ihtiyaçlarını karşılayacak gerçekleri de taşımaktadır: “Biz bu kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik.”9

Böylece biz, Kur’an’ı kabul etmek yoluyla İncil’i ve diğer mukaddes kitapların hepsini saf ve aslî şekilleriyle kabullenmiş oluruz. Kur’ân-ı Kerîm der ki: “Yemin ederiz ki biz gerçekten senden önce diğer milletlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara yaptıkları kötü hareketleri iyi ve doğru gösterdi. Böylece bugün onların yardımcısı, dostu odur ve onlar sonunda elim bir azaba uğrayacaklardır. Biz sana ancak onların ihtilafa düştükleri, şaşırdıkları hususları açıklaman için vahyettik ve seni inanan insanlara bir rehber ve rahmet olmak üzere gönderdik. Allah, buluttan yeryüzüne su indirdi ve yere, ölümünden sonra tekrar hayat bahşetti. Muhakkak ki bunda söz dinleyen kullar için mühim bir delil ve işaret mevcuttur.”10

Yukarıdaki son âyette Kur’an çok güzel ve yerinde bir benzetme yapar ve ilahî vahyi yağmurla kıyaslar. Su, hayatı filizlendirir ve ihya edici bir tesir yapar. Yağmur eğer yere indiğinde kirlenmeden, pislenmeden kalabilseydi taze yağmura ihtiyaç olmazdı. Dünyada okyanuslar hâlinde, geniş miktarlarda su olduğu halde bu, hayatiyetimizi idame için her bakımdan müsait değildir ve bizim saf, taze yağmura olan ihtiyacımızı karşılayamaz. İşte bunun gibi ilahî kelimeler de tıpkı yağmur damlaları gibi zaman zaman gelir ve peygamberlerin kalplerini sular, filizlendirir. Bu hadise, bir evvelki peygambere gelen ruhanî rahmet yağmuru (yani vahiyler sistemi), bulanıp birikintiler kirlendikçe tekrar olunur.

Diğer hiçbir kitap kendi aslî mükemmeliyetiyle, tahrif edilmeden kalmamış ve her peygamber gelişinde yeni vahiylere lüzum hâsıl olmuştur. Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm neden ilahî kitapların en sonuncusudur ve neden Hz. Muhammed (sas) son peygamberdir?

Daha önce söylediklerimde bu sorunun cevabı vardır. Allah’ın insanlığa vahyi, daima tekâmül yolunu aydınlatmak için gelmiştir ve bizzat o, ilahî haberin alıcıları olan peygamberler tarafından mucibince hareket eden bazı belirli hükümler getirmiştir. Bu hüküm ve emirler peygamberlerin hareket tarzları şeklinde tezahür etmiştir. Eğer o emirler ve peygamberlerin hareketlerinin tamamı, fasılasız ve kesiksiz, daha sonraki nesillere iletilmiş olsaydı ne yeni bir vahye ne de ikinci bir peygambere lüzum kalacaktı. Böylece insanlığın ilk peygamberi aynı zamanda en sonuncusu olacaktı. Fakat tatbikatta her peygamberin getirdiği, maalesef az sonra bir masal ve esrar perdesine büründü; hayatları ve talimatları doğruluğuna güvenilemez uydurma hikâyeler hâline geldi. O derece ki bazılarının gerçekten yaşamış hakikî şahıslar olduğundan bile şüphe edilmektedir. Fakat Hz. Muhammed’e gelince (Ona ve diğer peygamberlere salât ve selâm olsun) tarih tamamen başka bir durumu kaydeder. Onun hem getirdiği emirler hem de numune teşkil eden hareketleri hiç bozulmadan ve karıştırılmadan bize kadar gelmiştir. Onlar hâlâ aslî ve cazip renkleriyle capcanlıdır ve eğer peygamberlik müessesesi vasıtasıyla insanlığı yeniden ilahî hükümler ve numunelerle donatmak gerekse lüzum ve ihtiyaç duyulan her şeyin zaten Hz. Muhammed’in (sas) bize kadar gelen talimatında var olduğu görülecektir. Hz. Peygamber işte bundan dolayı son peygamberdir.

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size karşı olan lütuf ve nimetimi tamamladım ve size din olmak üzere İslâm’ı seçtim.”11

Bu peygamberlere ait vahyin sona ermiş olması ve insanlarla ilahî muhaberenin devamı, birbirine karıştırılmaması gereken iki ayrı husustur. İslâm, kemale ermiş her ruha ilahî ilhamın vaki olabileceğini kabul eder ve bize bu hususta ehliyet kazanabilmenin yollarını da bildirir. Bu nokta, İslâm’ın beni kendisine çektiği, hayran olduğum hadsiz değerlerinden birini teşkil etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, “Yolumuzda çalışıp çabalayan, mücadele edenlere biz doğru ve hakikî yolu göstereceğiz.”12 demektedir. Allah’ın doğrudan doğruya, vasıtasız irşadına ve ilhamına mazhar olmak Müslümana has bir imtiyazdır.

Yine Yüce Kur’an der ki: “Kendi emirlerini hâvî vahiylerle yüklü olarak melekleri kullarından dilediğine gönderen O (Allah’) tır.”13

“Rabbimiz Allah’tır diyerek doğru yolda gitmeye devam edenlere gelince onlara melekler iner, korkmayın, mahzun olmayın, size vaat edilen cennetle müjdelenin, derler. Bu dünya hayatında da bundan sonraki hayatta da sizin dostlarınız biziz, siz orada içinizin arzuladıklarını bulacak, dilediklerinizi elde edeceksiniz.”14

“Doğru yolda devam etmek” ancak bir kimsenin ilahî ilham ve irşada mazhar olması ile mümkündür. Kur’an bize bu doğru yolu tarif etmek için gelmiş ve başarıya ulaşmanın prensiplerini ortaya koymuştur. Özet olarak bütün Kur’an talimatı bunu temine yarar ve bundan dolayı da vahyin sona erdiğini ileri sürer. Hedefe varmak için belki bin bir yol vardır fakat doğru yol, sırât-ı müstakîm, yegâne yoldur veya öyle olmalıdır. Kur’an bu yolu göstermeyi başardığına göre yapılacak daha fazla bir şey yok demektir. İşte bu hakikatin altında da vahyin artık sona erdiği hususu yatmaktadır.

İmanın Esasları

İman, yedi maddede toplanan şu hususlara inanmayı ihtiva ve tazammun eder:

1. Allah’a,

2. Meleklere,

3. Mukaddes kitaplara,

4. Peygamberlere,

5. Ahirete,

6. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna,

7. Öldükten sonra dirilmeye, inanmak.

İslâm’da Tanrı Kavramı

“Vahdet”, İslâm’daki kutsî varlık mefhumunun ruhudur. İlahî zâttaki bu birlik mutlak olup hiçbir tenevvü ve çokluk manasıyla iştirak kabul etmez. Müslümanlar uluhiyetteki şahıs çokluğunu ve bu hususta âlemde mevcut varlıklardan herhangi birinin Allah’a ortaklığını şiddetle reddederler. Müslümanların inandığı Allah, bir kavme mahsus tanrı değildir; O dünyaların, âlemlerin Rabbi’dir.

Kur’an, O’nu âyette daha iyi tasvir ve tavsif eder. Son derece güzel ve en mükemmel vasıflar O’nundur fakat merhamet sıfatı bütün diğerlerinden önce gelir. Rahmân (faydabahş ve lütufkâr), Rahîm (merhametli), Kur’an’daki her sûreye başlarken yer alan iki ismidir. “Rahmetim her şeye şamildir.”15 buyurmaktadır.

Burada okuyucunun, Müslümanların Allah hakkındaki nezih kanaatlerini değerlendirmesine imkân verecek olan bazı Kur’an âyetlerini iktibas ediyoruz:

“Allah, kendinden başka Tanrı olmayan ulu varlıktır; kendi zâtıyla kaim, ölümsüz ve diridir. O’nu iç geçmesi veya derin uyku tutmaz, göklerde ve yerdeki hep O’nundur. O’nun izni olmadan huzurunda kim şefaatçilik edebilir. Onların önlerinde ve artlarında (mâzide ve istikbalde) olanları bilir ve onlar, O’nun bilgisinden -dilediği müstesna- hiçbir şeyi idrak ve ihata edemezler. O’nun ilahî hükümranlığı, ilim ve kudreti, gökleri ve yeri kaplamıştır; bunların gözetilmesi ve korunması O’na ağır da gelmez ve O, hadsiz derecede yüce ve uludur.”16

“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendinden başka tanrı olmayan Allah’tır. Lütufkâr, faydabahş ve merhametlidir. O, kendinden başka tanrı olmayan, hükmü geçen, çok kutsî, selâmet bahşedici, emniyette kılıcı, mahlûkatını görüp gözetici, sonsuz güçlü, buyruğunu geçirici ve bütün ululukların sahibi olan Allah’tır. Allah, müşriklerin kendine yakıştırdığı, izafe ettiği şeylerden münezzehtir. O, yaratıcı, şekil verici olan Allah’tır. En güzel vasıflar O’nundur. Yerde ve göklerdeki bütün varlıklar O’nu tesbih eder, yakışıksız vasıflardan tenzih eder. O, çok güçlü ve çok hikmet sahibidir.”17

O, her şeyi duyan, her şeyi işiten, her türlü elemden kurtarıcı, çok bağışlayıcı, kerem sahibi, affedici, yarattığına yakın, iyiliği seven, kötülüğü istemeyen, bütün insanları yaptıklarından sorguya çekecek olan Tanrı’dır.

“Allah” kelimesi -ki Kur’ân-ı Kerîm’de Tanrı için özel isim olarak yer alır- bütün lisanlarda, “tanrı” mefhumunu ifade etmek için kullanılan kelimeler içinde en mâkul ve yerinde olanıdır. Bütün diğer lisanlardaki, İngilizce “God” (Türkçe Tanrı) kelimesinin karşılığı olan tabir, kendisine tapınılan her şeye ıtlak olunduğu halde, “Allah” kelimesi, Arap edebiyatının hiçbir devrinde bu şekilde kullanılmış değildir. Hz. Muhammed’in gelişinden önce Araplar putperest oldukları ve yüzlerce puta tapındıkları zaman bile “Allah” lafzı bu putların herhangi birine asla isim olarak verilmemiştir.

Melekler

Müslümanlar da diğer bazı din mensupları gibi meleklerin varlığını kabul ederler fakat onlara tapınmadıkları gibi dua ve ibadetlerinde onlara hitap da etmezler.

Meleklerin bazısı maddî ve fizikî kâinat sisteminin işleyişinde vazifelidir. Cansız oldukları halde kendi vasıflarının icabını, bir zekâya sahipmişler gibi şaşmadan ve mükemmelen yapan varlıklarda, melekler ruhun bedendeki rolü gibi bir rol oynar. Onlar, tabiatlarında mevcut hususiyetlerini ortaya koymakta -uygun ahval tahakkuk edince- hiç ihmal ve başarısızlık göstermezler. Canlı ve cansız her şey, tekâmülü için Cenâb-ı Hak tarafından konulmuş muayyen bir seyri takip eder görünmektedir. Bu tekâmül yolculuğunda sessiz ve cansız tabiat varlıkları, biz zekâ ve akıl sahibi yaratıklardan daha uysal, itaatkâr gibidirler. Cansızlardaki bu nizama uyuculuk, tabiattaki muhtelif tezahürlerde bir zekâ veya ruh gibi rol oynayan meleklerin tasarrufu sonucudur.

Ruhî ve mânevî sahalarda da melekler bazı görevler îfâ etmektedirler. İyi şeylere sevk ve teşvikte bulunurlar, Allah’tan kullara vahiy ve haber indirirler, doğru yolda yürümekte olan mütekâmil zâtları himaye ederler, iyiyi gösterir, kötü şeylerden onları korurlar. Bir nefis, kemal mertebesine ulaşıp bütün şahsî ve nefsanî kibirlenmelerden soyunduğu zaman melekler artık onun ihtiyaçlarını karşılayan hizmetçileri olurlar.

Mukaddes Kitaplar ve Peygamberler

Yine diğer dinlerin sâlikleri gibi Müslümanlar da insanlığa yol göstermek için ilahî vahyin, muayyen, seçkin kişilere indiğine iman ederler. Yalnız arada muazzam bir fark vardır. Müslümanlar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere, sonuncusu Hz. Muhammed (sas) olmak üzere hiçbirini istisna etmeksizin inanırlar ki İslâm imanının bu yönünü daha önceki sayfalarda geniş bir şekilde açıklamıştım.

Ahiret

Her ne kadar bütün dinler, ölümden sonra yeni bir hayat olduğunu bahis konusu etmişse de asla ahiretin sırlarını açmak için göz doldurucu, tatminkâr bir esere teşebbüs edilmiş değildi. Mukaddes kitabımız Kur’an şu hakikati bildirmiştir ki ölümden sonraki durum, bizim bu hayattaki ruhî durumumuzun tam aksidir. Burada bir kişinin inanış ve fiillerinin iyiliği veya kötülüğü onun içinde gizlidir, anlaşılamaz fakat gelecek hayatta, öbür âlemde gün ışığı gibi zâhir ve berrak olacaktır. Biz burada başkalarına göre gizli ve saklı bir varlığız. Fakat orada bizim iç güzelliklerimiz veya zihniyet bozukluklarımız, zevk veya ıstırap verici perdesiz bir güzellik veya çirkinliğe dönecektir. Bu şekilde, dünyadaki iyi veya kötü fiillerimizden dolayı orada muhasebe ve sorguya mâruz kalacağız.

Kur’ân’da zikredildiğine göre cennet salihlerin ve cehennem de günahkârların ikâmetgâhı olacaktır. Kur’an, ahiret nimetlerine -oradaki şeyler hakkında bir tahayyülün hâsıl olması için- her ne kadar maddî birtakım isimler verirse de diğer bir âyette de; “Hiçbir nefis, orada onun için hazırlanmış ve saklanmış nimetleri, hazları şimdiden tasavvur edemez, bilemez.”18 buyurulmaktadır. Hz. Peygamber bu âyeti şu şekilde açıklamıştır: “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin hatır ve hayaline doğmamış nimetler...”

Müslümanların cennet telâkkileri üzerinde ileri geri laf söyleyenler şu tasvirler üzerinde uzun uzun, insafla düşünmelidirler. Bu âyetler bazı mâlum garazkâr misyonerler tarafından Müslümanların cennet ve cehennemi hakkında söylenenleri tekzip etmektedir. “O gün ki imanlı erkek ve kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında giderlerken görürsün...”19 âyeti ortaya koyuyor ki salih kadın ve erkeklerin bu dünya hayatında yolunu gösteren ancak mânevî göz ile basiretle sezilebilen iman nuru, onlar için ahirette tekrar dirildiklerinde önlerinden giden açıkça bir ışık hâline gelecektir. Bu dünyada iyi hareketler yapınca saadet, kötü fiiller işleyince de ıstırap duyuyoruz. Fakat bütün bunlar zihin ve idrakte cereyan ediyor. Ahiret hayatında ise bu zihnî vakıalar herkese âşikâr olan maddî hakikatler hâline bürünecektir. Zihnimizin hâlihazır yapısı içinde, bizim saadet ve ıstıraplarımızın bürüneceği biçimi tahayyül etmeye ve kavramaya gücümüz yetmiyor. Şu kadar var ki bizim bu hayattaki inanç ve hareketlerimiz, muhakkak istikbaldeki oluşun sağlam temellerini teşkil edecektir.

Ölümden sonraki hayat, mahiyeti bakımından yeni olmakla beraber, şimdiki hayatımızın devamı demektir. Ölüm, İslâm’a göre mutlak yok olma veya sönüp gitme değildir. (“Allah yolunda katledilenlere “ölü” demeyin bilakis onlar diridirler.”20) Ölüm daimî inkişaf eden bir varlığın, her zaman müşahede ettiğimiz gibi, tekâmül edici her şeyin bir merhaleyi tamamlayınca ikincisine atlaması esnasındaki bir anlık fasıla ve inkıta geçirmesine benzeyen bir hadisedir. İki silsilenin arası daima bir miktar inkıta ve duraklama ile ayrılır, hareket bir miktar muallakta kalır. İşte bunun gibi dünya ile ahiret arasındaki aralığa İslâm ilahiyatında “berzâh” ismi verilmiştir. Bu, genel olarak ölüm denilen hadise ile başlayıp “ba‘sü ba‘de’l-mevt” (ölümden sonra dirilme) denilen hadise ile sona eren bir devredir. Benim az önce biz Müslümanların inandığı cennet hakkında söylediklerim, cehennemin mahiyeti için de vaki ve kâbil-i tatbiktir. O az veya çok bir günah çekme yeri karakterindedir. Sonsuz bir ikâmetgâh yeri değildir. Burası daha çok mânevî arınma ve tekâmüle yarayan muvakkat bir duraktır. İslâm, tekâmülü sonsuz devamlı bir hayata inanır. Bu hayat, muhtelif gelişme kademeleri ihtiva eder ve bizim yeryüzündeki misafirliğimiz de bunlardan biridir. Tam bir olgunluğa erişebilmemiz için bir kademe bizi kendinden sonraki kademeye hazırlamaktadır. Fakat biz mâlum ruhî yükselme için istenen iyi vasıfları kazanamazsak bizi bu bakımdan başarısızlığa, içimizdeki menfî tesirlerin izalesi için bazı elemli ve ıstıraplı muamelelere tâbi kılınırız. İşte bu şiddetli sıkıntı hayatı Kur’an’da “cehennem” diye adlandırılmıştır. Tekâmülümüz ilahî varlığa erişip onda damlanın denize kavuştuğu gibi fenâ buluncaya kadar devam edecektir.

Hayır ve Şer

Şerrin menşei meselesi kolayca çözülemeyecek bir konudur. İslâm gelmeseydi o halledilmemiş bir sır olarak kalacaktı. Biz şerrin müstakil bir varlığı olduğuna inanmayız. Hayır ve iyilik temelinden sudur etmiş herhangi bir şey iyi olmalıdır, iyidir, Kur’an böyle der. Fakat onun iyiliği verilen şartlar altında hareket ettiğimiz zaman kendini gösterir. Mesela afyon veya daha başka bir zehir, muayyen miktarlarda ve muayyen şartlar dairesinde ve belirli sebeplerden dolayı kullanıldığında bir ilaç olarak fayda verir. Her şey iyi bir maksatla var kılınmıştır ve her şeyin bir kullanılma yeri vardır. Eğer hududu aşarsanız şer oluverir. Kısacası her şeyin bir uygun kullanma yeri, bir de suistimal edilmesi bahis konusudur: Her şey yaratıldığı hususî maksada uygun kullanılırsa hayır ve iyilik, suistimal edilirse şer ve kötülük ortaya çıkar. Allah’ın vahyi ve ilmî çalışmalar bize her şeyin hakikî kullanışlı tarzını ve yerini tanıtır. Bu bilgilerin zıddına hareket edersek kötülük irtikap etmiş oluruz. Böylece her şey, aslî ve muayyen ölçüsüyle hayır ve iyi, diğer ölçülerde şer ve kötüdür. Muayyen ölçüler tağyir ve tebdil edilemez çünkü her şeyi yaratan Allah tarafından nizamlanmıştır. Hayrın ve şerrin böylece Allah’a racî olduğuna inanmak, İslâm’ın iman esaslarından bir rüknüdür. Başka sözlerle ifade edilecek olursa bizim illiyet nazariyesi hakkındaki inanışımız bu esaslara göre çıkar ve ahlâk nizamını korumak bakımından faydalıdır. Biz hayır ve şerrin muhakkak bize vaki olacak olan hareketlerin ve hallerin semeresi olduğuna kuvvetle inanırsak şer yoluna gidemeyiz. Zehri ancak tavsiye edilmiş ölçüler içinde, bir ilaç olarak alırız. Çünkü onun öldürücü tesirini biliriz. Aynı şekilde bütün dünya, varlıkların suistimalinden felaket neticeler doğacağına kuvvetle inanmış olsaydı, kötülük ve şer uzun zamandan beri mevcut olmayacaktı.

Maddî sahada doğru olan bu esas, hissî ve ahlâkî sahalarda da doğrudur. İçimizdeki her duygunun belli bir kullanılma yeri vardır. Bu duygular kendine mahsus sâik ve sebeplerden dolayı izhar edildiğinde yüksek bir ahlâk ve fazilet olur, zaptedilemez bir durumda bizdeki daha iyiyi de alır götürürse kötülük ve günah olur. Hakikatte, İslâm’ın öğrettiğine nazaran varlıkları yanlış yerde kullanma, şerdir. Kişi nefsin isteklerine tâbi olursa yasakların hudutları içine düşebilir. Fakat o arzu ve isteklerin aslında meşrû bir kullanma ve tatmin yeri mevcuttur. İşte bunlardan dolayı biz Müslümanlar, tabiaten mevcut, cibillî günaha inanmayız; bilakis tabiatın yaratılış suistimali günahtır, deriz.

Tekrar Dirilme

Ahiret başlığı altında söylemiş olduklarımı burada tekrara lüzum görmüyorum. Bizdeki tekâmül edici aslî elemanın faaliyetinin duraklaması ve geçiş devresi olan berzâh hakkında da bilgi vermiştim. Bu devre de bir zaman sonra bitecek ve onun daha yüksek bir âlemdeki inkişafı başlayacaktır.

Ruh eğer bedenden ayrıldığı esnada bu yenilik için gerekli olgunluğu iktisap etmiş durumdaysa Kur’an’da cennet adı verilen o yüksek yerlere kabul edilecek, bazı belirli karışımlar, kirler sebebiyle bu kemale ulaşamamış; dünyevî cüruflardan pak ve saf olmamışsa bunlardan arınmak için cehenneme atılacaktır. İslâm ilahiyatında bu hadiselerin vukû bulacağı zamana “ölümden sonra dirilme zamanı” denilir.

Yeniden dirilme tabiri muhakkak maddî vücudun o maddesiyle diriltileceği manasını göstermez. Gelecek hayat Hz. Peygamber’in dediği gibi tasavvur olunamaz, idraklere sığmaz vasıfta olduğuna göre kelimenin hakiki manasıyla fizikî bir canlanma da olmayabilir.

Müslümanların kabul ettiği cehennem öyle pek akılları durdurucu olmadığı gibi ilahî intikam fikrini de aksettirmez. Daha çok, o bile ilahî bir rahmet sayılabilir. Çünkü cehennem günahları paklayacak, mücrimleri cennete kabul olunmaları için hazır ve müstaid hâle getirecektir. O, çocuğuna istikbaldeki sıhhatini emniyete almak için cerrahî bir müdahaleye razı olan müşfik bir ana gibi davranıyor şeklinde de telakki edilebilir. Belki de bu sebepten Kur’an cehenneme anne sıfatını takmaktadır: “... tartılınca iyilikleri az ve hafif gelen kimselerin anası cehennem olacaktır.”21

İslâm’ın Beş Rüknü

İslâm, daha evvel de anlatıldığı gibi ilahî iradeye ve hükümlere boyun eğmeyi gaye edinmiştir. Kendimizi onun iradesine teslim etmek, bazı yazarların yanılarak veya kasten ileri sürdükleri gibi kader ve mukadderat karşısında insanın hiçbir hürriyeti ve seçme hakkı bulunmadığını sandığımız anlamına gelmez. Bilakis İslâm, kulun hareket hürriyetini ve cüzî irademizi serbestçe kullanmayı mümkün kılar. Bize her zaman iki yol açıktır: Biri şer diğeri hayır yolu. Ancak yüce Allah bize iyiyi, doğruyu göstermiş ve tavsiye etmiştir. İşte İslâm, bizim bu irşadı kabullenmemiz, ona teslim olmamız demektir. Benimsemek de reddetmek de elimizde iken bu seçme hürriyetine rağmen bize kaderci (fatalist) demek ne kadar yersiz düşer!

Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri, doğrudan doğruya bu cebrî kaderciliğin reddi demektir ve insanların hareket yollarını seçmede hür olduklarını belirtir:

“Biz onlara iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Onlara iki âşikâr yolu, hayır ve şer yolunu iyice göstermedik mi?”22

Allah’ın vahyi bizi irşat için gelmiştir ve İslâm, bizim ona isteyerek inkiyâd etmemizden başka bir şey değildir. İçimizde bu teslimiyet ruhunu yaratmak için Allah bize, “İslâm’ın beş rüknü” denilen şu hareketleri tavsiye etmiştir:

1. İmanın sözle ifade edilmesi: Kelime-i şehâdet getirmek.

2. Namaz kılmak.

3. Oruç tutmak.

4. Zekât vermek.

5. Hacca gitmek.

Şahâdet Getirme

İslâm imanının düsturu fevkalâde basittir, sade iki cümleciğe sığdırılmıştır: Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed O’nun elçisi ve habercisidir.

“Allah’tan başka Tanrı yoktur.” şeklinde, veciz olarak ifade ettiğimiz ilahî iradeye teslimiyet ve imanımız tahakkuk etse, tamamlansa bile yine de O’nun irade ve emirlerinin herhangi bir yolla bize gönderilmiş, vahyedilmiş olması icap ederdi. İşte bu gerekli ve zarurî vahyin, Hz. Muhammed vasıtasıyla bize ulaştırılan tebliğler olduğu muhakkaktır. Kelime-i şahâdetin ikinci kısmı, “Muhammed Allah’ın peygamberidir.” cümleciği, bizim Hz. Muhammed’e taptığımızı, onu ilâh mertebesine çıkardığımızı değil, sadece âlemlerin Rabbi’nin, bize habercisi Hz. Muhammed vasıtasıyla mâlum olan irade ve taleplerine kendimizi vakfettiğimizi göstermektedir.

Namaz

Tanrı’ya ve yarattıklarına karşı bazı vazifelerimizin olması dünyadaki her dinde mevcut iki ana esastır. İslâm’daki namaz, birinci çeşide giren davranışların bir özeti ve fihristi gibidir. O, ne sadece bir âyin ve merasimden ne de bazı söz ve duaların şeklî tekrarından ibarettir. Kur’an böyle bir namazı şiddetle takbîh eder: “Namazlarında şuursuz, gafil ve hatalı olan namaz kılıcılara yazıklar olsun!”23

“Yüzünü doğuya veya batıya çevirmen, iyi olduğunu göstermez. Hakikî iyilik Allah’a, kıyamet gününe ve meleklerine inanmandır.”24

Kur’an üzerine bir şerh kaleme almış olan Dr. Wherry, eserinde “Bu, Kur’an’daki en asil âyetlerden biridir.” der. Sırf şekilden, kalıptan ibaret bir davranış ile tatbikî, samimî bir dindarlık böylece vâzıh olarak birbirinden tefrik edilmektedir. Allah’a iman ve insanlara iyilik açıkça dinin ruhu olarak ileri sürülmektedir. Hz. Peygamber, “Bir namaz ki kılıcısını yanlış hareketlerden ve kötülüklerden alıkoymaz, onun sadece Allah ile arasındaki uzaklığı artırır.” der. Bütün bu deliller Müslümanların namaz ve ibadet telâkkilerini ortaya koyar. Namaz, kulu yaratıcısı ile karşı karşıya getirir ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle; “Mü’mini Rabbi ile birleştirir.” Namazda, ibadeti yapan kişi Allah’ın bütün kâinatı sevk ve idare ettiğini belirten muayyen vasıflarını anar. İslâm’da bütün ahlâk ve faziletin, kendi tavır ve hareketlerimizi ilahî sıfatlara uygun hâle getirebilmek olması sebebiyle, namaz bizim onları tekrar tekrar hatırlamamız için emredilmiştir. Namaza başlarken Allah’ın muayyen sıfatlarını zikrederiz. “Kendini ilahî sıfatlarla muttasıf eyle.” bizim parolamızdır ve namaz Allah’ı zikretmek, vasıflarını anmak için en mütekâmil ve üstün bir ibadettir.

Biz namazda, ayrıca bütün faaliyetlerimizde doğru ve müstakim yoldan ayrılmamamız için O’nun yardımını da dileriz. Eğer hayatımızın her anında ve her adımımızda ilahî irşat ve kılavuzluğa muhtaç isek Allah’a bir günde birkaç kere ibadet etmemiz fazla görülmemelidir. Yataktan kalktığımızda ve uykuya çekileceğimiz sıralarda namaz kılarız; günlük hayatımızın bir bölümünü tamamladığımızda ve midemize hizmet etmekten evvel yine namaz kılarız. Müteakiben öğleden sonraki zamanın faaliyetlerini kapatan ikindi namazı gelir. Hz. İsa’nın “... o kimse sadece ekmekle yaşamayacaktır; Rabb’in ağzından çıkan her kelime de onun gıdasıdır...” sözleri İslâm’da tahakkuk etmiştir. Bir Müslüman, bedenininkinden önce ruhunun gıdasına, beslenmesine önem verir. Yiyecekler fizikî ve maddî varlığımızı idare için ne kadar lüzumluysa namaz ve ibadetler de ruhun yaşatılması için o kadar gereklidir.

Abdest

İslâm’da temizlik, dindarlık ve müttakîlikten hemen sonra, diğerleri gibi bir mükellefiyet fakat daha ziyade bir tatbikat ve itiyâd hâlindedir. Bir Müslüman namaza girişmeden önce temizliğini yapmak zorundadır. Önce bileklerine kadar ellerini sonra yüzünü, kollarını ve ayaklarını yıkamalıdır. Dişlerini temizlemesi, ağzını çalkalaması, burun deliklerine su vermesi ve rahat teneffüs için orada olanları gidermesi gerekmektedir. İslâm memleketlerindeki her camide, her ibadet ediciye açık, ücretsiz temizlenme yerleri mevcuttur.

Yine her Müslüman, en az haftada bir kez ve mesela tavsiye edildiği üzere cuma günü toplantısına (cuma namazına) gitmeden önce bütün vücudunu yıkamak zorundadır. Aynı zamanda elbiselerini değiştirmesi, caminin havasını tazelemek için güzel kokular sürünmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Bütün bunlar soğuk memleketlerde de sıcak memleketlerde de çok lüzumlu şeylerdir. Acaba Avrupalı sağlık mütehassısları bize, Hz. Muhammed (sas) tarafından emredilenlerden daha iyi bir temizlenme yolu gösterebilirler mi?

Oruç

Perhizkârâne riyazetli bir hayat bizim maddî, ahlâkî ve ruhî sıhhatimizi kuvvetlendirir ve bu hususta, her dinde makbul ve mer’î olan oruç, en belli başlı çaredir. İslâm’da oruç yalnız yiyeceklerden değil, kötülüğün her türlüsünden uzak durmak manasına gelir. Ahlâkça yükselmek orucun gayesidir; nitekim Kur’an’da “Sizler salih, müttakî, iyi kimseler olabilesiniz diye... oruç size farz kılındı.”25 buyurulmaktadır.

Oruç esnasında, günah olmayan, meşrû bazı şeylerden de uzak kalırız. Böyle hakkımız olan, şeriatın müsaade ettiği şeylerden sakınmak ve uzak durmakla yasak ve kötü şeylerden daha kolay vazgeçebilme meselesini elde ederiz. Meşrû olarak sahip bulunduğumuz şeylerden kendini ayırabilen kimse, kuvvetle muhtemeldir ki kendine ait olmayan şeyleri kendine mal etmeye çırpınmayacaktır.

Asil Peygamberimiz, “Bir kimse elini, gözlerini ve dudaklarını başkalarına zarar vermekten alıkoyamazsa onun orucu yüce Tanrı’nın nazarında hiçbir değeri olmayan adi bir aç durmadan ibarettir.” der.

Hz. Peygamber’in sadaka ve hayır verme hususundaki herkesçe mâlum cömertliği oruç ayında bir kat daha artardı; yeme-içmeden kesilmenin hakiki manası, onlardan yoksulların yararına feragat etme demek olduğundan oruç tutarken bu esası, bir kat daha cömertleşerek de tahakkuk ettirdi.

Ne kadar yazıktır ki Hristiyanlığın Paul tarafından ve büyük bir haksızlık eseri Hz. İsa namına yapılan ifsadat ve tağyiratında, aralarında oruç da olmak üzere bütün mukaddes ibadet, usul ve hükümleri ilga edilmiştir. İsa, Hristiyanlar için en iyi bir imtisal numunesi olduğuna ve rivayet edildiği gibi her zaman sık sık oruç tuttuğuna göre neden onun izinde yürüyenler, iyi Hristiyan olmak için aynı şekilde hareket etmezler? Eğer o, bütün dünya namına her türlü iyilik ve fazileti yerine getirmiş ve böylece insanları, aralarında oruç da yer alan, dinî vazifelerden af ve azat etmişse (!) bunun en tabiî ve mantıkî sonucu olarak diğer bütün insanî mesuliyet ve hareketlerden de muaf tutulmamız icap etmez miydi?

Bugünlerde insanlar, ruh bilim araştırmalarına ve içlerindeki gizli kuvvetleri tetkik ve tahlille ortaya çıkarmaya karşı büyük ilgi duyuyorlar. Bu oruç ve riyazet müessesesini kullanarak çok büyük gelişmeler elde edebilirler. Hz. İsa, kendi büyük ruhî yükselme ve aydınlanmasına tekaddüm eden dört gün hep oruçlu bulunuyordu. Yine hatırlanmalıdır ki İslâm’ın ulu peygamberi Hz. Muhammed (sas) de aylarca müdavemet edip dururken en sonunda, beşeriyetin her sahası için hakikî hidayet ve aydınlanma kitabı olan Kur’an’ı meydana getiren o harika vahiylere mazhar olmuştu.

Zekât

Her din ve her ahlâk sistemi hayrı, sadakayı tavsiye eder. Fakat İslâm bunu işlek, tatbik-i kâbil bir şekil ile nizamlamıştır. O, her Müslüman üzerine kendi gelirinin kırkta birini fakirlerin menfaati uğruna sarf etme mecburiyetini koymuştur. İslâm’da daha çok malla iyilik etme ve ihsanda bulunma yolu tavsiye edilmiş olmakla beraber zekât; devlet tarafından, geliri muayyen bir seviyeye erişmiş her Müslümandan mecburî olarak toplanan bir “fakirler vergisi” durumundadır. Hz. Peygamber, kendisine sorulduğunda zekât hakkında şöyle demiştir: “Zekât, fakirleri zenginlerin verdikleriyle zenginleştirme müessesesidir.”

Bir Müslüman, içindeki diğer cömertlik temayüllerini dilediği herhangi bir yolla izhar edebilir. Fakat mutlaka kendi gelirinin kırkta birini, fakirlerin yararına olarak devlete vermek zorundadır.

İslâm’daki hayır ve sadaka anlayışı çok geniştir; okuyucunun, meselenin şümulünü takdir edebilmesi için Hz. Peygamber’in bu mevzu ile ilgili bazı sözlerini veriyorum:

Sadaka

“Sadaka, vukûu muhtemel felaketleri önler.”

“Zekât vergisi, zenginden toplanmalı, fakire verilmelidir.”

“Dostları güler yüzle karşılamak, onları ziyafete davet de birer sadaka sayılır.”

“Erkeğin, hanımına nazik davranması ve hatta ağzına bir lokma sunması da sadakadır.”

“Çocuklara şefkatle muamele etmek, onları sevgiyle öpmek de sadaka nevinden bir hareket olur.”

“Yolcuyu doyurmak bir sadakadır.”

“Yoldan gelen geçeni rahatsız edecek şeyleri kaldırmak sadakadır.”

“Komşularla ilgilenmek, onlara hediyeler göndermek de sadaka nevinden hareketlerdir.”

“Bir yetimi gözeten, her şeyin karşılığının verileceği ceza ve mükâfat gününde benimle beraber olacaktır.”

“Fakirlere yardım edilmelidir.”

Niyet

“Seni yaratanı seviyor musun? O halde önce hemcinslerini sev.”

“İnsanlara karşı merhametli olmayana Allah merhamet etmez.”

“Saadet yurdu olan cennete ancak doğru, pak ve yumuşak kalpli olanlar girecektir. Allah’ın yarattıklarına ve kendi çocuklarına karşı müşfik olmayanlara yüce Tanrı acımayacak, merhamet etmeyecektir.”

“Bir yetimi himayesine alıp yetiştiren, kıyamet gününde benimle birlikte bulunacaktır.”

“Dul kadınları gözetip himaye ediniz.”

“Fakirlere yardım ediniz.”

“Hayır işlerinden biri de yolcuları doyurmaktır.”

“Küçüklerine şefkat ve merhamet, büyüklerine tâzim ve hürmet göstermeyenler bizden (Müslümanlardan) değildir.”

“Bezgin birinin kalbine neşe doldurana, musibete uğramışın kederini dağıtana mutlaka ecir verilir.”

“Hemcinslerine, onlar sıkıntı ve ihtiyaç halindeyken yardım eden ve dara düşenin imdadına koşan kimselere zorluk zamanında (kıyamette) Allah yardımcı olacaktır.”

“Allah’ın lütfuna en ziyade uğramış olan kimdir? O kimse ki yaratılmışlara en büyük iyilikler ondan gelir ve o kimse ki fakire ihsanda bulunur. Böyle kişilere Allah burada da öbür dünyada da iyi davranacaktır.”

“Benim rızamı, fakiri ve yoksulu memnun etmekte arayınız.”

“Yarım hurma bile olsa sadaka vermek suretiyle Allah’ın gazabını üzerinizden çevirmeye, uzaklaştırmaya çalışınız. Huzur ve saadet yuvaları olan cennetlere ancak doğru, temiz ve merhametli bir kalbe sahip olanlar girecektir.”

“Ey Âişe! (Hz. Peygamber’in zevcesi -Allah ondan memnun ve razı olsun-) yoksulu sakın eli boş, bir şey vermeden geri çevirme, yarım hurma bile olsa ver!”

Hac

Bu mecburiyet ancak onu yerine getirmeye gücü yetebilecek kimselere mahsustur.

Hakikî ruhî terakki, dünyevî alakalardan mutlak surette sıyrılarak tahakkuk edebilir. İslâm’daki hac mükellefiyeti ise bunun nasıl yapılabileceğini tatbikî ve amelî olarak göstermek ve ispat etmek için konulmuştur. Hacı, yalnız yuvasını, sevdiği ve yakın olduğu şeyleri terk etmekle kalmaz, aynı zamanda ulu Tanrı’nın mâbedine (Beytullah’a) yaklaştığında kendini, vücudunu örtecek iki geniş örtüden başka her şeyden tecrit eder.

Mekke’deki mukaddes mahalle ulaşınca yüce Tanrı’nın kutlu mâbedi Kâbe’nin etrafında, hakikî ve samimî bir aşığın, sevgilisi evi çevresinde dolandığı gibi tavaf eder. O “Mescid-i Harâm”, tek Tanrı’ya tapınılmak için yapılmış, insanlarca mâlum en eski yapıdır. O, Hz. İbrahim’in devrinden önce de mevcuttu.

Hz. Muhammed (sas) Mekke’de dünyaya şeref verdiği çağlarda bu mescit henüz bir puta tapınma yeriydi. İçinde 365 put vardı ve her birine, sıra ile senenin belli bir gününde tapınılıyordu. Bu putperestlik, Mekke Hz. Muhammed (sas) tarafından fetholunup müşriklerden alınıncaya kadar sürdü. O zaman Beytullah putlardan temizlendi.

Şimdi Hz. Muhammed (sas), Mekke’den 150 mil kadar kuzeyde bulunan Medine’de yatmaktadır. Mukaddes bir belde olarak Mekke’den sonra Kudüs şehri gelir. Bir Müslüman Hz. Peygamber’in türbesini, ona karşı duyduğu derin hürmet ve aşktan dolayı ziyaret eder, asla ona tapınmak için değil!

Eşitlik ve Kardeşlik

“Komşunu da kendini sevdiğin kadar sev.” kaidesi, Hz. İsa’nın güzel bir tavsiyesidir. Fakat diğer birçok emri gibi tatbik-i kâbil, amelî bir vakıa hâline getirecek araçlardan mahrumdur. Çünkü onun peygamberlik süresi çok kısaydı ve vazifesini tamamlayamamıştı. Gayet tabiî ilahî hakikatlerin tamamen tebliğ ve tâlimini, kendinden sonra gelecek olan “üstad”a bırakacaktı. Nitekim İncil’de bahsi geçen “hakikat ruhu” (Yunancası Paraklit),26 Hz. Muhammed olup o, Hz. İsa’nın birçok talimat ve öğütlerinin nasıl tatbik edilebileceğini bütün dünyaya göstererek Allah’ın dinini kemale erdirmiştir.

Hiçbir kimse, aralarında musâvât, eşitlik olduğuna inanmadıkça komşusunu kendi gibi sevemez. Asil Peygamberimiz, “Ben de sizin gibi bir kimseyim.” diyordu. Böylece kendini diğer insanlarla aynı mevkiye koymak suretiyle, insanlar arasındaki eşitlik prensibini tesis etmişti.

“İnananlar, mü’minler kardeştirler.” sözü de Kur’an’ın bir âyetidir. Arapça metinde “kardeş” manasına kullanılan kelime (Türkçe’de olduğu gibi) bir ana- babadan doğan kişilere verilen ismin aynıdır. Böylece Hz. İsa’nın, “Komşunu da kendin gibi sev.” sözü, İslâm’da elle tutulur bir hüküm, bir hakikat oluyor. Bir Müslüman, diğer bir Müslümanı kendi ana-babasından doğmuş kardeşi yerine sayarsa kendisi için hissettiklerini ve istediklerini muhakkak onun için de duyacak ve arzulayacaktır. Âlemşümul İslâm kardeşliği işte böylece işler hâle konulmuştur.

Geçen gün İngiliz Müslümanları Woking’de (İngiltere’de bir yer adı) caminin yanındaki binada Emir (Kral) Abdullah hazretleri ile birlikte öğle yemeği yediler. Cemiyetin muhtelif tabakalarına mensup yüz kadar davetli vardı. Fakat hiçbir ictimaî sınıf ve seviye tefriki gözetilmedi. Binanın köşesinde tam bir eşitlik ve kardeşlik ruhu teneffüs ediliyordu. Herkes Emir hazretlerinin elini sıkıp musafaha ediyor ve kendisiyle serbestçe konuşabiliyordu. Yemek vakti gelince herhangi bir ziyaretçi veya gözlemci için hayli şaşırtıcı olan harika bir musâvât örneği müşahede edildi. Önceden hiçbir özel koltuk veya önemli misafirlere mahsus herhangi bir liste hazırlanmış değildi. Emir ve maiyetindekiler dâhil, oturma yerlerini seçmek misafirlerin arzusuna bırakılmıştı. Toplantıda bir beyefendi Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Emir hazretleri bu yeni din kardeşinin elini ilk sıkan kimse olmakla kalmadı, sarılarak onu öptü ve tabii onun tarafından da öpüldü. İşte bunlar Müslümanlar arasında mevcut, köklü ve kuvvetli eşitlik ruhunun tezahürleridir. Müslüman, bir başkasının evinde de olsa vasat bir İngiliz ailesinin kendi evinde hissettiklerinden daha rahat ve serbest duygular taşır. Konuşma ve hareket hürlüğü, açık kalplilik, şekilden ve sıkılmadan uzaklık o manzaranın ana hatlarını teşkil eder. İslâm, siyah ile beyazı bir aile içinde kaynaştırmayı başarmıştır.

Burada Hz. Peygamber’in mevzu ile ilgili bazı talimatlarını zikretmek uygun olacaktır. Son harp iyice göstermiştir ki Hristiyanlık, İslâm dinindeki bu birlik ve beraberlik bağlarından tamamen mahrumdur. Avrupa milletleri, çoklukla aynı inanışa sahip oldukları halde bıçak bıçağa birbirlerine girmişlerdir. Hristiyan memleketlerinde bağlayıcı kuvvet milliyetçiliktir (Nasyonalizm), din değil. Fakat İslâm’da tam tersine, önde gelen düşünce İslâm dinidir, milliyetçilik değil. Sevgili Peygamberimiz der ki: Müslümanlar birbirlerinin kardeşidir, birbirlerine zulüm ve tazyik etmemeli, yardımı kesmemeli ve birbirlerini hor görmemelidir. Takvâ ve iyiliğin yeri kalptir; doğru kalpli kimse, bir diğerini tahkir ve istihfaf etmez. Bir Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve şerefi diğer Müslümanlara haramdır, yani onlara tecavüzde bulunamaz.

“Bütün Müslümanlar bir duvar ve onun taşları gibidirler, biri diğerini takviye eder. İşte bunun gibi birbirlerini desteklemelidirler.”

“Kendisi için istediğini, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse tam mü’min olamaz. Bütün Müslümanlar bir vücut gibidir. Eğer bir kişinin başı ağrırsa bütün vücudu ıstırap çeker, gözü rahatsızsa bütün beden rahatsız olur.”

“Din kardeşine felakete uğradığında yardım et; doğru yoldan saparsa onu kolla ve kurtar.”

Mevzuun tamamlanması için Müslümanlarda, yabancılara gösterilen misafirperverlikten de biraz bahsetmek gerekiyor.

İslâm kasaba ve köylerinde genellikle otel ve pansiyon yoktur. Her Müslümanın kapısı, kendi imkânları nispetinde yabancılara açıktır. Ev sahibi ekmeğini misafiriyle paylaşmaktan ve onun rahatı için elinden geleni yapmaktan bir an geri durmaz. Misafire hürmet göstermek, onu ağırlamak İslâm’da büyük değere sahip bir harekettir. Hatta Hint hudutlarının medeniyete uzak, iptidaî kasabalarında, kabileler arası kan gütme olaylarının had derecede olduğu bir esnada ev sahibi, misafirperverliğinden faydalanmak için kapısını çalan kişiye adını bile sormaz. Çünkü konuk, düşman kabileye mensup bir kimse olabilir ve bunun anlaşılması candan ev sahipliği hizmeti görmeyi önleyebilir. Hz. Peygamber bu konuda şöyle diyor:

“Allah’a ve ahiret hayatına inanan bir kimse, konuğunu iyi ağırlasın.”

“Kim Allah’a ve kıyamet gününe inanıyorsa misafire hürmet göstersin; kim Allah’a ve kıyamet gününe inanıyorsa komşusunu incitmesin. Bir mü’min ya hayırlı ve iyi söz söylemeli yahut da sükût etmelidir.”

“Bir konuğun bir evde, sahibini bezdirecek, tedirgin edecek kadar uzun müddet kalması doğru olmaz.”

“Ey Allah’ın elçisi! Ben bir kimseyle kaldığımda o gereken îzâz ve ikramda bulunmazsa sonra o benim evime geldiği zaman ben de onu o şekilde mi ağırlamalıyım, bana bildirir misin?” denildiğinde sevgili Peygamberimiz, “Onu güzel ağırla, misafir çıkarken ev sahibinin onunla birlikte tâ kapıya kadar gelerek teşyî etmesi de benim sünnetlerimdendir.” buyurdular.

Velhâsıl Batı’nın başlıca övüncü olan demokrasi ilk önce İslâm’da doğmuştur. İnsanlar arasındaki eşitlik onun temel prensibidir ve Müslüman ülkelerde, hayatın her sahasında en yüksek derecede tezahür eder. Onlar camilerde günde beş defa karşılaşırlar, cemaatin bazı zümrelerine tahsis edilmiş ayrı sıralar veya koltuklar yoktur. Kim ilk önce girmişse o, en öndeki yeri alır. Dinde, siyasette ve cemiyette tam demokrasi İslâm’ın en bariz özelliğidir. İslâm’ın eşitliğe zorlayıcı kuvvetleri bütün sınıf, renk ve soy sop farklarını ve mânialarını yıkmıştır.

İslâm’da Kadın

İnsanlar arasındaki eşitlik mevzuu, kadınların durumu hakkında bilgi verilmediği müddetçe yarım kalmış sayılır. İslâm’ın gelmesinden önce bütün dünyada kadının hemen hemen hiçbir itibarı ve mevkii yok gibiydi. Kur’an şu hakikati getirdiği zaman İslâm, kadını en düşük mertebeden kurtararak erkek ile eşit saymış oluyordu:

“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten halk eden ve onun eşini de aynı cinsten kılan Rabbinize itaat ediniz.”27

Hz. Peygamber’in bu âyeti açıklayan şu sözleri ne kadar beliğdir:

“Kadınlar ve erkekler bir bütünün yarım parçaları gibi ikiz varlıklardır.”

Bu ibarelerin ışığı altında, “Müslümanlar, kadının canı ve hakları olduğuna asla inanmazlar.” diyen garazkâr yazarların yanlış beyanlarına hak vermek mümkün olabilir mi? Yüce Kur’an’ın birçok âyeti hemen hemen her sahada, ahlâkî, mânevî ve kültürel konularda kadın-erkek eşitliğini kabul eder.

Hristiyan ülkelerde kadının bugünkü mevkii ve itibarı, Hristiyanlıktan çıkmış değildir. Hz. İsa bu mevzuda sükût etmiştir. Fakat Hristiyan kilise ve akidesinin kurucusu Paul’un kadınlar hakkında söylenecek iyi sözü olmadığı gayet iyi bilinmektedir. Hristiyanlığın en temel prensibi, kadını insanoğlunun mahvolmasının sebebi saymakla, onun rütbesini son derece düşürmüştür. Güya Hz. Âdem’i günah işlemeye o zorlamış, ebedî mahkûmiyet ve günahlılığı insanların başına o musallat etmiş, günah kapısını o açmış, dünyaya ölümü o getirmiştir. Bu bakımdan ilk muhterem pederlerin kadınlarla ilgili kaba ve haşin sözler söylemesine pek hayret etmemelidir.

Tek bir sözle, Hz. Muhammed (sas) şunları söyleyerek onu âbideleştirmiş ve en yüksek bir kaideye yerleştirmiştir: “Cennet annelerin ayakları altındadır.” Ne kadar ilgi çekici bir mukayesedir: Hristiyan talimatına göre ilk anne Bizanslıları ebedî cehenneme sürüklemiş, İslâm’da ise anne bize cennetin kapılarını açmıştır.

Son yıllarda erkekler ve kadınlar arasında, her iki tarafın hak ve mükellefiyetleriyle ilgili olarak kelimenin tam anlamıyla bir savaş vuku buldu. Fakat Suffragette hareketinin taraftarları, kadınlar için Kur’an’da zaten mevcut bulunan durum kadar bir gelişme sağlayabilmişler midir ki! Kur’an “Onların (kadınların), onlardan istenilenler kadar da hakları vardır.” diyor.28 Bu hükmün ışığı altında bir şahıs, öbür cinsten, onlar lehine aynısını kendi yapmaya hazır olmadıkça bir mükellefiyet veya vazifenin îfâsını isteyemez. İslâm’da kadının bağımsız bir şahsiyeti vardır. Herhangi bir işe girebilir, kendi namına mukavele ve akitler yapabilir. Ana, kız, karı ve kız kardeş durumlarında daima miras hakkına sahiptir ki bu diğer hiçbir din, medeniyet veya hukuk düzeninde görülmüş değildir.

Bir Batılının evi, kadın için beğenilir bir yuva değildir. Evlilik bir tesadüf işidir. Aşk vesair duyguların yürekler acısı tedavülü; terk ve ihmal edilmiş kadınlar, kızlar ve çocukların bolluğu, bakımsız bırakılmış, yoksul ana-babalar... biz Avrupalıların aile hayatının genel özellikleridir. Fakat bir Müslüman ailesine gelince o bize çok daha başka bir hayatın kapılarını açar. Yeryüzünde Müslüman memleketlerden başka, dinin daha iyi gözetildiği ve büyük öğreticiye daha çok itaat edildiği bir yer asla gösterilemez. Okuyucu, Hz. Peygamber’in aşağıdaki sözlerini hayalinde fiiliyata intikal ettirirse bir Müslüman yuvasının mesut durumunu gözünde canlandırabilir.

Kadınlar Hakkında

“Sizin en iyiniz ev halkına en iyi muamele edeninizdir. Kadınlar erkeklerle bir bütünün ikiz parçaları gibidirler. Dünya ve içindekiler değerli şeyler olmakla beraber, dünyada en kıymetli şey iyi ahlâklı, salih bir zevcedir.”

“Bir kadın beş vakit namaz kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına itaat ederse ona söyleyiniz, cennete hangi kapısından dilerse oradan girsin.”

Zevceler Hakkında

“Ahlâklı, mütedeyyin bir zevce kişinin en kıymetli hazinesidir. Hanımlarınıza nezaket dairesinde nasihat ve ihtarda bulunun. Bir mü’min hanımından nefret etmemelidir. Eğer ondaki fena bir vasfı sevmemişse güzel olan diğer bir huyu veya hâli ile memnunluk duysun. Siz hiç hanımlarınızı köle gibi döver misiniz? Muhakkak böyle bir şey yapmamalısınız.”

“Allah ve yarattıkları nazarında sizin en iyiniz, kendi ailesine en iyi davrananınızdır. Ben de aileme en iyi bir tarzda muamele etmekteyim.”

Sahabesinden biri Hz. Peygamber’den hanımlara nasıl davranılması gerektiğini sorduğu zaman o şöyle buyurdu:

“Sen yemek yiyeceğin zaman ona da yedir, sen yeni giyinirken onu da giyindir, yüzünü tokatlama, hatırını incitme, canın sıkılınca onu kendinden ayırma, ona güzel güzel öğüt ver, şerefli ve asil hanımını, köleler gibi döverek tedip etme. Bir günden fazla sürecek uzak yolculuklarda yanında erkek akrabasından birinin refakat etmesi gerekir.”

Çok Kadınla Evlenme

Şurası unutulmamalıdır ki çok kadınla evlenme (taaddüd-i zevcât) yeryüzünde İslâm’dan önce de mevcut bulunuyordu. Benî İsrâil’in eski ve hürmete layık büyüklerinin çoğu, çok kadınla evli idiler. Bazı hallerde zevcelerin adedi beş yüze yaklaşıyordu. Dünyadaki diğer dinlerin kurucuları da bundan müstesna değillerdi. Hristiyanlık da bu hususta bir değişiklik yapmadı. Hatta 16. asra değin Hristiyan dünyasında taaddüd-i zevcâta bol bol rastlanıyordu. Çok eşli tiplerin en kötüleri rahipler sınıfı ve piskoposlar idi. Günümüzde mevcut bulunan tek kadınla evlenme kanunu, Romalı kanun koyucu, dinsiz ve münkir olduğu mâlum İmparator Justinyanus’un vaz’ettiği müesseselerin ardından ortaya çıktı.

İslâm bu çok kadın alma sistemini ıslah ve tâdil etmek için gelmiştir. Kadınların adedini azaltmış, hudutlamış, ikinci bir kadınla evlenmeye ancak müstesna ve mahdut şartlarda izin verilmişti ki meselenin uygun ve tatbik-i kâbil hal şekli de zaten bundan başka olamazdı.

Müteaddit zevcelere yapılan muamele tarzına gelince yüce Kur’an bu hususta da muayyen bazı şartlar ileri sürmüştür. Bunlar çok kadınla evlenmeyi hemen hemen imkânsız hâle sokmuştur.

İslâm, diğer dinlerden farklı olarak her konuda kanun ve ahkâm vaz’ eder. Taaddüd-i zevcât meselesindeki tutumu ise onu önleyici ve kısıtlayıcı mahiyettedir. Müslümanların geniş mikyasta çok eşli olduklarını duyar dururuz. Fakat hâlihazırda bu olaya binde bir kâbilinden tesadüf ediliyor.

Bir kere çok kadınla evlenme dinin koyduğu bir mecburiyet değildir. O, hayatın ancak bu yolla tedavi edilebilecek muayyen itidal durumlarını korumak için konulmuştur. Eğer evlilik -kelimenin kaba manasıyla- kadın ve erkeğin bazı cinsî maksatlar sebebiyle bir arada kalmaları ise Avrupalılar tenkit edip durdukları Doğu’dan daha ziyade “taaddüd-i zevcât”çıdırlar.

Bir erkeğin hayatında zaman zaman bazı güç ve sıkışık durumlar hâsıl olabilir ve o anda sahip bulunduğu karısından ayrılmamakla beraber ikinci bir evlenme zarureti ortaya çıkar, yeni bir eş alması kaçınılmaz bir mecburiyet olur. Mesela kadının kısır veya çocuk yetiştirme kabiliyetinden mahrum, müzmin hastalıklı bir kimse olduğunu yahut da diğer eşlik görevlerinden herhangi birini îfâdan âciz durumda bulunduğunu düşünün; ikinci bir kadın almak, insan zekâsının bulacağı diğer bütün hal yollarından daha temenniye şayan düşecektir. Bugüne kadar insan cemiyetleri gayr-i meşrû cinsî münasebetleri ve zina mahsulü çocuk doğurmaları önleyecek elverişli başka çözüm yolları bulmayı maalesef başaramamıştır. Halbuki taaddüd-i zevcât müessesesinin var olduğu İslâm topluluklarında bu kabilden çirkin hareketlere fevkalâde ender tesadüf edilir. Çok kadınla evlenme, yaratılışları vâki taşkın duygulu, nefsi kuvvetli kimseleri haram yollara sapmaktan koruyan başlıca uygun vasıtalardan biridir. Bununla beraber İslâm’da kadın, erkek cinsinin bütün hürmet ve himayesine mazhar, hakları korunmuş, mahzur bir durumdadır. Ondan ağır işlerde çalışması ve kendi hayatını kendi kazanması istenmez. Her iki cins arasındaki fizikî ve bünyevî farktan dolayı hayatın ağırlığı erkeklerin omuzlarına yüklenmiştir. Kutlu kitabımız Kur’an; “Erkekler kadınların hâmi ve hâkimleridir.” der. Erkeklerin onları koruyup gözetmeleri gerekir.

Kazalar ve diğer olaylar yeryüzünde hep erkekleri tüketmektedir. Aynı sebepten kadınların sayısı daima erkeklerinkinden aşkındır. Son harp (I. Dünya savaşını kastediyor.) takriben bir milyon adamın kırılmasına sebep oldu. İşsizlik meselesi ciddi bir şekilde büyümektedir ve çalışan kadınlar yerlerini bu işsiz erkeklere bırakmaya zorlanmalıdırlar. Bu sayılanlar hep çok kadınla evlenmeyi imkân ve ihtimal sahasına getiren şartlardandır. Kur’an’ın konu ile ilgili olan âyetlerinin vahyi de harp zamanında vukû bulmuştur.

Uhud savaşında İslâm’ın 700 seçme askerinden 70’i mücadele meydanında düşüp şehit olunca arkalarında onların dul karıları ve yetim çocukları kaldı. Bunların ahlâksızlık ve sefalet bataklığına düşmeden şerefli bir hayat süre- bilmeleri ancak rahat, şefkat ve emniyet dolu bir çatı altında barınmalarıyla mümkün olabilecekti.

Günümüzde de erkekler öldürülür ve arkalarında zevceleri ve çocukları hâmisiz kalabilir. Bu durumda, bilhassa kadınların kendi hayatlarını kazanmak için ağır yükler altına girmelerine ve hayat mücadelesi meydanına atılmalarına razı olmayan Şark ülkelerinde onların korunmaları, yalnız ve yalnız erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerini kabul etmekle sağlanabilir.

Hz. Peygamber’in evliliklerinin çoğu da aynı maksatlar ve duygularla vukû bulmuştu. Hayatının en ateşli zamanlarında, 25 yaşında iken, kadınların iklim icabı çabuk ihtiyarlayıverdikleri sıcak bir ülkede 40 yaşındaki bir hanımla evlenen, 27 yıl ona tam bir sadakatle bağlı kalan ve ancak onun ölümü üzerine ve kendi 52 yaşında bulunuyorken yeni bir zevce alan sevgili Peygamberimiz’in, ne kadar olgun ve ölçülü hareket ettiği ortadadır. Onun, ihtiyarlığın eşiğinde birkaç zevce almasını, nefsanî hisler sebebiyle olmuş gibi göstermeye çalışan bazı iftiracı ve garazkâr Garp müelliflerini bizzat yaş durumları fiilen tekzip etmektedir. Muhterem Peygamberimiz, ilk hanımının vefatı üzerine eş olarak arkadaşı ve sahabîsi Hz. Ebû Bekir’in kızı Âişe’yi aldı. Sonra cihad devresi geldi. Onun birçok sahabîsi, geride himayesiz ve çoğunlukla yaşlı olan zevcelerini bırakarak şehit düştüler. Peygamber Efendimiz onları muhafaza etmek ve sıcak bir yuvaya kavuşturmak için bazılarını nikâhı altına aldı.

Mamafih şurası da asla unutulmamalıdır ki İslâm’da taaddüd-i zevcât ahkâmı, daha evvelki devirlerde olduğu gibi kişiye, keyif ve arzusunun istediği gibi doldurabileceği boş bir çek vermez. Zaten lüzum ve zaruret olmadığında bu çeşit bir teşebbüse izin verilemez, yapılırsa günah işlenmiş olur. Muamele tarzı, yedirip içirme, giydirme... vs. gibi hususlarda hanımlara aynı ölçü ve şekilde davranma kaydı da alelâde hallerde yeni bir kadın nikâhlamayı hemen hemen imkânsız kılar. Kur’an’da daha çok, tek kadınla evlenmeyi telkin ve tavsiye eden bir ifade tarzı kullanılmıştır. Tek kadınla evlenme bir gıda ise çok kadınla evlenme sadece bir ilaçtır ki bütün acılığına rağmen hastalık zarurî kılıyorsa kullanmak kaçınılmaz olur.

İlgili tarafların serbest, baskıdan âzâde, rızaları olmadan hiçbir evlenme yapılamayacağı gibi hiçbir kadın da zaten evli bulunan bir erkeğe ikinci zevce olarak varmaya zorlanamaz. Bir bekar için evlenirken ikinci bir zevce alabilme imkânı da kayıtlanabilir. İslâm’da evlilik, bütün kutsiyetiyle beraber hususî bir mukavele mahiyetindedir. Ve her anlaşmada, her sözleşmede olduğu gibi bunda da, dinin hükümlerine ve mantığa uygun bazı şartlar ileri sürülebilir. Mesela bir adamın ikinci bir kadınla evlenmesi vukûunda ilk karısının bütün zevcelik görev ve sorumluluklarından affedilmiş ve dilediğini yapmakta hür olacağı bir şart olarak nikâh esnasında teklif edilebilir ve o takdirde ilk kadın dilerse o erkekle olan evlilik bağını keser. Veyahut da evlenme mukavelesine sokulmuş ise ikinci bir kadın alma hâlinde kocaya, muayyen meblâğda para veya hayat boyunca nafaka verme zorunluluğu yüklenebilir. Kadın diğer bir kocaya varabilir ve tayin edilmiş para bu yeni durumda bile aynen alınabilir.

Kısaca söylemek gerekirse; İslâm’da taaddüd-i zevcât, zayıf cinsin menfaatlerini korumak için aslında onun lehine düşünülerek konulmuş bir müessesedir. Belki de insan cemiyetlerindeki bütün ahlâk hastalıklarının temizlenebildiği bir devirde kendiliğinden tatbik ve tedavülden kalkacaktır. İslâm hukukuna nazaran meselenin ruhu bizim yukarıda kısaca anlattığımız tarzdadır.

Burada boşanmakla ilgili birçok şey söyleyerek sözü uzatmak istemem. Şu kadar var ki Batı dünyası, Tanrı tarafından birleştirilmiş karı kocanın birbirinden asla ayrılamayacağına inanan katı Hristiyan akidesinin ne kadar büyük zorluklar ve haksızlıklar doğurduğunu acı bir şekilde anlamış bulunuyor. Rutherford’unki gibi davalar, uygunsuz ahval ve mizaçların bile meşrû bir boşanma sebebi sayıldığı İslâm’da, tasavvuru bile imkânsız olaylardır. Batı’daki boşanma davası skandalları Doğu’da hiç bilinmez. Boşanma özel bir iştir ve her iki tarafın karşılıklı anlaşması onları, başkalarının dedikodularına sermaye olmaktan ve halkın diline düşmekten koruduğu gibi istikbalde tesis edecekleri yeni evlilikleri için gerekli iyi havayı da bulandırmaz.

Boşanma, bu husustaki bütün imkân ve serbestliklere rağmen Müslüman ülkelerde nadir görülür. Bu, Müslüman koca ile karısı arasında ne kadar mesut ilgiler bulunduğunu ihsas ettiren bir hadisedir. Mevzuyu yüce Peygamberimiz’in “Kadın, evinin hâkimidir.” ve “Meşrû (helâl) olduğu halde Allah tarafından en sevilmeyen şey boşanmadır.” sözlerini anmak suretiyle hitama erdiriyoruz.

Hısım Akrabaya Karşı Davranışlar

1. “Allah’ın rızası, babanın hoşnut edilmesine, kızgınlığı da babanın üzülüp kızdırılmasına bağlıdır.”

2. “İçinde, yakınları ile ilgiyi kesmiş bir fert bulunan aileye Allah’ın rahmet ve bereketi inmez.”

3. “Kim Firdevs cennetine girmek dilerse anne ve babasını memnun ve hoşnut etmeye çalışsın.”

4. Bir sahabî: “Ey Allah’ın elçisi!” dedi, “Ben bir günah işledim; acaba yapmak suretiyle Allah’tan affedilmemi dileyebileceğim herhangi bir hareket var mıdır?”, “Senin bir teyzen vardı, değil mi?” denilince o, “Evet” diye cevap verdi. Peygamberimiz de, “Git ona iyilikte bulun; bu suretle günahın bağışlanır.” buyurdu.

5. Sevgili Peygamberimiz genç iken bir ara ona dadılık etmiş olan bir kadın için her geldiğinde ayağa kalkar ve oturacağı yere örtü yayardı.

6. Sevgili ve muhterem Peygamberimiz, kızı Fâtıma kocasının evinden kendini ziyarete geldiğinde onu karşılamak için tâ kapıya kadar çıkardı.

7. “Bir kimse, kendisine haksızlık etmiş, zarar vermiş de olsalar ana-babasına daima iyilik yapmalıdır.”

8. “Daha küçük bir kimsenin, kendinden daha yaşlı bir kimseye karşı görev ve tutumu, çocuğun babasına davranışı gibi olmalıdır.”

9. “Herhangi bir fakire verilen sadakanın sadece bir sadakalık mükâfâtı vardır. Fakir bir akrabaya verilenin ise sevabı iki kattır.”

10. “Şefkat ve yumuşaklık, imanın alâmetidir, şefkatli olmayanın imanı da yok demektir.”

11. “Yaratılanlara karşı merhametli olana, yaratan yüce Allah merhamet eder.”

Hükmedenlere Saygı

İslâm, Allah’a itaat ve inkiyad demektir. Ve bunun bir neticesi olarak mevcut otoriteye (ulû’l-emr) itaate hususî bir önem verir. Aile yuvası hakikî bir terbiye ocağı ve ahlâk kaynağıdır ve İslâm’da gayet kuvvetle öğretilen ve tatbik edilen ebeveyne ve diğer büyüklere saygı, bize cemiyeti idarede vazifeli kişilere ve hükmetme mevkiinde olanlara da aynı şekilde davranma şuurunu ilham eder. Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadise göre “Hükümetin başındaki, zenci bir köle bile olsa ona ve onun emirlerine itaat etmek gerekir. Kesin ve meşrû bir sebep yokken kargaşalık ve isyan çıkarmak, ammenin ve idarenin huzurunu korumak maksadıyla mutlak olarak yasaklanmıştır.” Cuma namazlarında tâ Hz. Muhammed’in zamanından beri Kur’an’ın şu âyeti okuna gelmiştir:

“Allah size adil olmanızı, iyilik ve ihsanda bulunmanızı, yakınlarınıza yardımı esirgememenizi emreder. (Zararı şahsınıza ait olan) çirkin davranışları, (başkalarını da mutazarrır eden) kötü fiil ve hareketleri (zararlı etkileri bütün cemiyete şâmil olan) fitne, zulüm ve taşkınlıkları yasaklar, yapmamanızı ister.”29

Bir Müslüman için bir yandan ulû’l-emre (otoriteye) itaat etmek bir mecburiyet ise diğer yandan da idarede gördüğü kötülükleri ve hataları, saygıyı elden bırakmadan, vazifeli ve ilgili mercîlere duyurmak, onları ikaz etmenin de mukaddes bir cihad olduğu açıklanmıştır. Mukaddes cihad, ille de kılıç kullanmak suretiyle yapılmaz. Yanlışlık ve kötülükleri ortadan kaldırmak için sarf edilen her gayret bir cihaddır. Adalet ve eşitliğe riayet ve onlara uygun olmak şartıyla Müslümanlar için yabancı hâkimiyeti hiçbir ağırlık ifade etmez ve onun imanı ile zıt düşmez. İngiliz İmparatorluğu idaresinde bulunan Müslüman tebaa, bütün diğer ırk ve milliyet mensuplarından daha itaatkâr idi ve son ıstırap verici olaylar, sadece, bizim devlet adamlarımız tarafından takip edilen hatalı ve basiretsiz siyaset yüzünden çıkmıştır. Çünkü bu saygısız idare tarzının, kendi iman ve inançlarıyla taban tabana zıt olduğu kanaati ister istemez Müslümanlar arasında husûl bulmuştur. Zira onlar nazarında iman en önemli unsurdur. Dini, bir Müslümana kendini idare edenlere itaatkâr olmasını telkin etmekle beraber, İslâmî ve dinî müesseselerin korunmasına müteallik mevcut taahhütlere riayet edilmediği an itaati terki tavsiyeye başlar. Meselenin özü budur.

İslâm’da Kılıç Ne Zaman Kullanılır?

Dünya hiçbir zaman savaştan hâlî kalmamıştır. Sulh ve selâmetin efendisi bile şu sözleriyle savaşın bazen bir zaruret hâline gelebileceğini gösteriyordu: “Ben sulh ve selâmeti kılıç ile tesise geldim.” Hz. İsa’nın bize, Hristiyan âleminin dini namına icra edilen hunharlıklardan âzâde kalabilmesi için kılıç ve ateşin sadece ne gibi hallerde kullanılacağını belirten bazı tavsiyeler bırakmasını ne kadar isterdim. Hristiyanlık, kölelerin ve güçsüzlerin dini olduğu müddetçe tevazu, sakinlik ve mahviyetten ibaret gibiydi. Fakat çok zaman geçmeden kendine, İmparotor Konstantin’in şahsıyla saltanatlı, şaşaalı bir durum sağladı ve daha sonra da kanlar su gibi akmaya başladı. Hiçbir dinin sâlikleri, kendilerine “Düşmanını bile sev.” diye nasihat edilmiş olan bu Hristiyanlar kadar müsamahasızlık, zulüm ve işkence gösterememiştir. Düşmanları bir yana koyalım; aynı Üstad’ın (Hz. İsa) yolunu izleyen kimseler dahi sadece bir kısmı ona, berikilerinki tarzında uzanıp ibadet etmiyor diye gırtlak gırtlağa girip kan dökmüşlerdir. Haçlılar zamanında “Kutsal Mezar Kilisesi” o kadar çok kan akıtılmasına sebep oldu ki eğer onun nezaretçiliği, Allah’tan Müslümanların eline verilmemiş olsaydı muhakkak t oprak yığını hâline gelirdi. Mesela Yunan kilisesinin, Katolik kilisesine karşı duyduğu derin kin ve nefrete karşılık, Müslümanlar, hangi dine ait olursa olsun içinde Tanrı’ya ibadet edilen her mâbede saygı göstermeye ve onları zarardan korumaya Kur’an’ın talimatı mucibince mecburdurlar. Kutsal Mezar’ın anahtarlarının Müslümanlarda kalması -Allah bilir ya- mahallin muhafazası için değil fakat Hristiyanlığın mütecaviz ve yırtıcı güruhlarını, birbirlerinin boğazlarına atılmaktan alıkoymak için gerekmiş olmalıdır!

Savaş henüz yeryüzünden de bertaraf edilmiş değildir. Medenî (!) Garp, bütün zekâ ve bilgisini, hâlâ yeni harp silahları icat etmeye harcamaktadır. Binâenaleyh dünya, insanları savaşın ne zaman, nerede ve nasıl yapılması gerektiği hususunda aydınlatacak bir “harp ahlâk ve ahkâmı sistemi”ne muhtaçtır. İşte Hz. Muhammed (sas), eşsiz tâlim ve tebliğleriyle bu boşluğu da doldurmuştur. Buradan itibaren İslâm’da cihad ve savaş konusunun anlatılmasını bizim Waking’deki camimizin değerli imamı Hâce Kemâluddîn’e bırakıyorum. Son derece akıcı bir üslupla kaleme almış olduğu yeni eseri The House Divided’de üstad şöyle buyuruyor:

“... İcabında kılıç kullanmak gerektiği anlamında, Hz. İsa’dan rivayet edilen ve zahiren diğer Hristiyan mâlumatına aykırı gibi görüldüğünden Hz. İsa’ya değil de eski İncil alimlerine atfedilmeye çalışılan bilgiler, bir Müslüman müdekkik nazarında hakikatin ta kendisidir. Ve zannedildiğinin tam aksine Hz. İsa’ya ait asıl doğru rivayetler bunlardır.

“Muhtelif durumlar, zuhur ettikleri zamana göre özel açılardan mütalaa edilmelidir. Bazı ahvalde ehemmiyetsiz olan bir detay, diğer hallerde zaruri bir parça teşkil edebilir. Binâenaleyh Hz. İsa’dan gelen bazı rivayetlerin zahirî yönden mütenakız gibi görünmeleri, hakikatte sözlerin başka başka durumları anlatmak için söylenmiş olmasından ileri geliyordu. Bu ayrılıklar hiç şüphesiz, bir bir izah edilecekti. Fakat onun çok kısa süren peygamberliği süresinde değil. Çünkü o zaman bu işi îfâya yetecek kadar çok değildi ve bundan dolayı bizzat kendisi “bir başka öğreticinin geleceğini ve yarım kalan vazifeleri tamamlayacağını” bildirmişti.30 Biz Müslümanlar Hz. Muhammed’in şahsında bu vadedilen öğreticiyi bulmuş olduk. Nitekim insanlığı; ihilaflı noktalarda sevgili Peygamberimiz tenvir buyurmuştur. O, hangi şartlar altında “selh’in bir kulunun âleme ateş ve kılıç sevk edeceğini” ve hangi durumlarda “sevgisinin düşmanlarına bile açık olacağını” -gerek fikir ve gerek hareket olarak- nazariyat ve tatbikatta göstermiştir. Hz. İsa’nın sözlerini Kur’ân-ı Kerîm’in ışığı altında okuyunuz, o zaman bizim yukarıdaki tezimizin ne kadar doğru olduğunu, o sözlerin nasıl derin manalar kazandığını, canlandığını göreceksiniz. Aksi takdirde o güzelim sözler, tatbik-i gayr-i kâbil ve hatta birbiriyle çelişik birtakım ifadeler yığınından ibaret kalacaktır.

“Umumiyetle bizzat Hristiyan vaizleri ve İncil açıklayıcıları bile ibarelerin tam ve nazik bir anlamını verebilmekte acze düşüyorlar. Onlar İncil hakikatlerini mücerret ve muğlâk bir idealizm olarak tevil etme yolunu seçmişlerdir. Biz Müslümanlar nazarında ise işin aslı hiç de böyle değildir. Onlar hakikatle, tamamen anlaşılabilir, doğru ve tatbik edilsin diye söylenmiş sözlerdir.

“Burada Müslümanların savaş hükümlerine ve harp ahlâkına dair kısa bir atıfta bulunmak da yerinde olacaktır.

“Kur’an kılıcın kullanılmasına ancak muayyen ahvalde izin verir. Bunların ilki ve en önemlisi dinî şart ve durumdur, bahis konusu din ister İslâmiyet, ister başkası olsun. Savaşı meşrû kılan dinî ahval için iki ayrı şık zikredilir:

“1. İslâm’ın (veya Hristiyan, Yahudi, Hindu, Budist veya diğer herhangi bir dinin) ibadet yeri tecavüze uğradığı zaman bir Müslüman onu korumak ve kurtarmak için bütün gayretini göstermekle mükelleftir. Kur’ân-ı Kerîm der ki:

“Haksızlıkla kendilerine savaş açılan kimselere, karşı koyma ve çarpışma izni verildi, Allah onlara yardım etmeye tamamen muktedirdir. Onlar haksız yere ve sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeri ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah adı bol bol anılan camiler tahrip edilir giderdi. Şüphesiz O’na yardım edenlere Allah yardım eder, O çok kuvvetli ve çok muktedirdir.”31

“Burada camilerin son olarak kaydedilmesi de bir hayli dikkat çekicidir. Bu tek âyet bile içinde ne cinsten olursa olsun ibadet yapılan mahallerin emin tutulması hususunu ispata kâfi gelir. Bin yılı çok aşan uzun İslâm hâkimiyetine rağmen Hindistan’da hâlâ binlerce putperest mâbedi bulunuyor. Biz Avrupalıların tarihlerinde bu ölçüde bir âlicenaplık misali mevcut mudur? İspanya’nın, Sicilya’nın, güney Fransa’nın, Malta’nın ve diğer yerlerin şerefi ve şaşaası olan o büyük ve muhteşem camileri şimdi nerededir diye sorulsa ne cevap verilebilir? Tabii çoğunun temelleri bile kazınmıştır.

“2. Kılıcın kullanılmasını meşrû ve zarurî kılan durumların ikincisi vicdan hürriyetinin tehlikede olmasıdır. İslâm’ın, din hürriyetini sağlam bir şekilde tesis etme hususunda bütün dinlerden üstün pek mümtaz bir mevkii ve rolü vardır. Kur’an, “Dinde baskı ve zorlama yoktur çünkü artık sapkınlık da doğru yol da iyice mâlum ve âşikâr olmuştur. Kim batıl şeyleri terk eder ve Allah’a inanırsa sağlam bir sapa tutunmuş demektir.”32 der ve bu kaide İslâm idaresi altındaki her türlü inanç sahipleri için bir din “Magna Charta”sı olmuştur.33

“Yalnız başkalarının dinî kanaatlerine sataşma ve müdahale yasaklanmamış, Müslümanlar, böyle bir tazyik kılıç zoruyla yapılmak istendiğinde, onu gerekirse zor kullanarak önlemekle vazifelendirilmiştir. Din mevzuunda Tanrı ile kulu arasına girmeye kimsenin hakkı yoktur. Kişinin, hangi tarafı doğru sanıyorsa ona uyması doğal bir hakkıdır. Her ne pahasına olursa olsun bir kimseye eziyet edilmesine Müslümanlar mâni olmalıdır. İncitilenin Yahudi veya Hristiyan olması hükmü değiştirmez.

“Dinî ahvali belirttik; dünyevî meselelere gelince burada kılıcın kullanılması sınırlandırılmıştır. Yalnız ve yalnız bir durumda olabilir. Nefs-i müdafaa gerektiği zaman, hatta bu gibi ahvalde verilen izin daha da kısıtlanmış ve şu şart koşulmuştur: Eğer düşmanı, düşmanlığını bir yana kor ve barışa temayül ederse Müslümanlar da aynı şekilde davranmalıdır.

“Hz. Muhammed (sas) hayatında yedi savaş yaptı. Bunların ilk üçü en önemlileri olup diğerleri umumî harp havasının mevcut olduğu devrelerde vukû bulmuş küçük çarpışmalar karakterindedir. İlk üçü bizim incelemekte olduğumuz konuya ışık tutacak esasları vermeye yeter.

“13 uzun yıl, sevgili Peygamberimiz ve sahabîleri, Mekkeli müşriklerin elinde birçok gayr-i insanî zulüm ve eziyete uğradılar ki bu, dost ve düşman herkesin kabul ettiği tarihî bir gerçektir. O, bunlara misliyle mukabele etmemiş daima sabır göstermişti. Fakat artık bu zulümler onun mübarek hayatını bile tehlikeye sokacak raddeye gelince birtakım korunma ve savunma tedbirleri almak zarureti hâsıl oldu. Suikastçıların onu öldürmeyi tasarladıkları bir gece, kendisinden hiç ayrılmayan vefakâr dostu Hz. Ebû Bekir ile birlikte, Medine’ye yerleşmek üzere Mekke’yi terk etti. Düşmanları Mekke’den kilometrelerce uzak olan bu yeni yerde de onun peşini bırakmadılar. Yeni ikâmet yerinde başarılarını kıskanarak İslâm’ın narin filizini, daha tomurcuklanmadan söküp atmak için birçok gayret sarf ettiler. Bunun üzerine ve sırf İslâm’ın müdafaası amacıyla kılıcın kullanılması bir zaruret hâlini aldı.

“Bu çarpışmaların ilki müşriklerin merkezi Mekke’ye 120 mil, Medine’ye ise sadece 30 mil uzaklıktaki Bedir’de oldu. Burada 1.000 Mekkeli müşrik ile 313 Müslüman çatıştı.

“İkinci savaşın yeri Uhud idi ki bu saha Müslümanların yeni yurtlarına ancak 12 mil uzaklıktadır. Çarpışan kuvvetler 1.000 Müslümana karşılık 3.000 Mekkeli idi.

“Üçüncüsü artık bizzat şehre bir tecavüz olup düşman, Medine’ye 10.000 kişilik bir kuvvetle yüklenmişti. Bütün bu teferruat, savaş yerleri ve taraflarını birbirlerine nispetleri, çarpışmaların sadece İslâm’ı savunmak ve yok olmaktan kurtarmak amacıyla yapıldığını açıkça göstermiyor mu? Anlatılanlar, tamamen Hz. İsa’nın, elbiselerimizi satıp kılıç tedarik etmeye çalışmamızı istediği durumdur. Fakat Hz. Muhammed (sas) bunun yanı sıra “Dağda Vaaz” (Sermon on the Mount) parçasının Hristiyanlara telkin ettiği hareket tarzının mükemmel bir tatbikini de göstermiştir. Şöyle ki:

“Uzun yıllar Müslümanlara zulüm ve eza sahnesi olan Mekke’ye doğru 10.000 kişilik bir kâfile hâlinde yola çıktı. Şehir kuşatıldı ve bir damla kan akıtılmadan kolayca zapt edildi. Evvelce Müslümanlara eziyet etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmış, bütün maharetini kullanmış olan o mağluplar, korkunç mukavemetin elebaşları, işkenceciler, zalimler ve katiller tamamen, galip ve muzaffer Müslümanların insaflarına terkedilmişlerdi. Böyleleri için asrımızda, modern askerî kanunlarda bile çok sert cezalar yer almış iken onlara hemen hemen hiçbir ceza verilmedi, hepsi bağışlandı. Çünkü Hz. Muhammed (sas) “Sermon on the Mount” parçasındaki sözleri söyleyen Hz. İsa’yı tamamlayacak, onun tâlimlerinin tatbikatını gösterecek ve insanları “tam doğru”ya sevk edecek olan o “hakikat ruhu”nun ta kendisiydi. O, Hz. İsa’nın, “Düşmanını bile sev.” kaidesini de müşahhas ve mücessem bir örnek hâline getirecek ve insanlara numune olacaktı. Müşriklerin liderlerini davet etti, haklarında en korkunç hükümlerin verileceğini umdukları bir anda, hiç beklemedikleri bir yumuşaklık ile sokaklarda, “Bugün sizler için hiçbir sitem ve serzeniş olmayacaktır.” diye nida ettirdi. Böylesine âlicenap bir af Müslümanlara, başka hiçbir yolla elde edemeyecekleri faydalar sağladı; zafer kazanılmıştı ve düşmanların kalbi sevgi ile fethedilmişti. Kana susamış kimselerin üç beş engeli de basit darbelerle bertaraf edildi. Kin ve nefret yaralarının üzerine sevgi ve hoşgörürlük merhemleri sürülerek tedavi sağlandı.

“Büyük ve meşhur Müslüman saltanatı Emevi İmparatorluğu ki dünya göz kamaştırıcı sanat, ilim ve felsefe hazinelerini onların devrine borçludur, işte bu şekilde İslâm’a kazanılan düşman elebaşlarının torunları tarafından kurulmuş ve yönetilmiştir.

“İnsanlar, mâlum iptidaileriyle kaldıkları ve karakterleri temelde bir ve aynı olan dürüst bir Müslüman veya aslî ve hakikî bir Hristiyan karakteri gibi olmadığı müddetçe harp, dünya hayatının zarurî bir vakıası olarak kalacaktır. Mutlak bir sulh ve saadetin hüküm süreceği ideal devir gelinceye kadar başıboş vahşiliğin neticesi olan zulüm ve elemleri dindirecek birçok şey yapılabilir. İslâm, harbi tamamen bertaraf edilemez bir kötülük sayarak mümkün olan kaide ve kayıtları koymuş, onun mazarratını asgarî hadde indirmeye çalışmıştır.

Birkaç yıl önce Lahey Konferansları’nda, lüzumsuz kan dökmeleri ve zulümleri önlemek maksadıyla bir harp kanunnâmesi meydana getirildi ise de tatbikatta ne dereceye kadar muvaffak olabileceğini söylemek kâbil değildir. Bu hükümler Allah’ın izniyle kabul edilir ve yürürse umulur ki dünyadaki çeşitli din ve inanış mensupları daha çok rahata kavuşurlar.

“Kur’an der ki:

“Haksızlığa uğratılarak zulmen kendilerine savaş açılan kimselere, karşı koyma ve savaşma izni verildi. Hiç şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye tamamen muktedirdir.”34

“Sizinle çarpışanlarla siz de Allah yolunda çarpışınız, fakat haddi aşmayınız. Çünkü Allah hiç şüphe yok ki haddini aşanları sevmez.

“Müşrikleri nerede bulursanız öldürün ve onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları sürüp çıkartın. Fitne ve işkence, öldürmekten daha fena ve daha şiddetlidir. Onlarla size saldırmadıkları müddetçe Mescid-i Haram içinde savaşmayın, fakat eğer sizlerle çarpışırlarsa onları öldürün, inanmayanların cezası işte budur.

“Eğer vazgeçerler dönerlerse şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir (onları bağışlar) ve onlarla hiçbir fitne ve eza kalmayıncaya ve din sadece Allah için oluncaya kadar savaşın, eğer döner yaptıklarından vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık edilmemelidir.”35

Peygamber Hz. Muhammed’in söylediği muharebe tarzı, sevgili sahabîsi ve ilk halife Hz. Ebû Bekir’in ifadesiyle şöyle idi:

“Savaşta düşmanın ile karşılaştığın zaman iyi bir Müslümana yakışır şekilde sakin ve vakur ol ve ceddin Hz. İsmail’in doğru ve adil torunları zamanında olduğunu daima hatırında tut.

“Ordunun tertip ve sıralanışında ve bütün savaşlarda kendi bağlı olduğun sancağı kahramanca takip etmekte dikkatli ol ve daima âmirlerine itaat et. Sakın boyun eğip teslim olma ve düşmana arkanı dönme (kaçma). Senin savaşman, iyiliğin kötülüğe galip gelmesi için yapılan hayırlı bir davranıştır. Cennete kavuşmak gibi asil bir duygu ve arzu ile çarpışıyorsun. Binâenaleyh savaşın ta ortasına dalmaktan korkma, sizden fazla bile olsalar düşmanlar sizi asla yıldırmasın. Allah zaferi size verecek olursa üstünlüğünüzü suistimal etmeyin, kılıcınızı lekelemekten sakının. Düşmanlarınızın arasında bulabileceğiniz çocuklara, kadınlara ve takatsiz, yaşlı ihtiyarlara dokunmayın. Düşman topraklarına ilerlerken meyve ağaçlarını kesmeyin, mahsulleri tahrip etmeyin, tarlaları bozmayın, evleri yakmayın. Düşmanlarınızın dükkân ve ambarlarından sadece size lazım olan ihtiyaç maddelerini alınız. Yersiz hiçbir tahribatın yapılmasına müsaade etmeyin. Fakat düşmanın şehrine hakkıyla hâkim olun, hasımlarınıza barınak ve sığınak olabilecek yerleri bozun. Esirlere, mahpuslara ve sizin merhametinize iltica etmiş olanlara ihtiyaç anında Tanrı’nın size yapmasını istediğiniz şekilde, mülayim muamele edin; fakat mütekebbir, asi ve serkeşleri ayaklarınızla çiğneyin. Kabul ettirilen şartları yerine getirmeyen, dönek ve hilekâr güruhları ezmekte ihmal göstermeyin. Düşmanlarla yaptığınız anlaşmaların tatbikinde bir hata veya vefasızlık olmamasına gayret edin. Kendinizi daima dürüst ve asil kimseler olarak düşünün ve bütün vaatlerinizde vefakâr ve riayetkâr olun, sözlerinizi tutun. Bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olan kimselerin ve münzevî keşişlerin huzur ve rahatını kaçırmayın, onların meskenlerini tahrip etmeyin. Teklif ettiğiniz şartlara yanaşmayanları çok şiddetli ve ölüm sarıcı bir şekilde çarpışarak dize getirin...”36

Bütün bu tavsiyeler, dünya çapında tatbik edilecek olursa insanlığın refah ve saadeti için neler temin edecektir. Bunun takdirini okuyucuya bırakıyorum. Umumiyetle denebilir ki Müslümanlar, savaşlarda bu kaidelere güzelce riayet etmişlerdir. Osmanlı Türkleri’nin eski ve yeni zamanlarında bunların sayısız misalleri mevcuttur.

İslâm’ın Bazı Ahlâk Kuralları

Hiçbir din, ahlâkî emirler ve terbiyevî tâlimlerden mahrum değildir. Fakat İslâm bunlara daha sistemli bir şekil kazandırmış, ahlâkın hiçbir dalını ihmal etmemiştir. Diğer dinler genellikle kendine bazı kavim ve ırkları muhatap tuttuğu halde, İslâm bu kayıtların ve sınırların hepsini aşarak bütün insanlığa hitap eder ve milletlerarası konularla meşgul olur. Halbuki Hristiyanlık bilhassa bu son noktada susmaktadır. Hristiyanlık da İslâm’da olduğu gibi şahsî ve ferdî tekâmülü bahis konusu eder. Fakat İslâm bir millet ile diğeri arasındaki münasebetleri de yönetir. O bir kavmin veya ırkın dini değil âlemşümul bir inanç sistemidir.

İslâm’da bilhassa şu noktalar benim büyük hayranlığımı çekmektedir:

Hz. Peygamber ilim ve bilginin elde edilmesi ve kazanılması konusuna büyük önem vermiştir. O, sahabîlerine ilim öğrenmek uğruna gerekirse Çin gibi çok uzak bir ülkeye dahi gitmekten kaçınmamalarını söylüyordu. O, aynı şekilde, “Kişinin kısa bir zaman bile olsa iyilik ve hayır konularında tefekkür etmesi, bütün gecesini ibadetle geçirmesinden daha değerlidir.” demişti.

Çalışma, onun tebcil ettiği şeylerin bir diğeridir. Hz. Peygamber çalışmayı mukaddes saymış, tembelliğin bir günah olduğunu belirtmişti.

Başkaları yaptığı halde O, kendine tâbi olanların bir seyahate çıktıklarında veya dinî bir görevle bir yere yollandıklarında, ceplerinde para olmadan yola çıkmalarına müsaade etmezdi. Bir Müslüman, hac maksadıyla Mekke’ye bile olsa kendi yol ve seyahat ihtiyaçlarını karşılayacak maddiyata sahip bulunmadıkça seyahat edemez.

Hz. Peygamber, başkaları gibi cennetin kapılarını zenginlerin yüzüne kapamamıştı. Bilakis eğer zenginlik, insanlık prensiplerini tervîç ve teşvik yolunda kullanılırsa O’nun bildirdiğine göre cennete girmeyi sağlayan en emin vasıtalardan biridir. Şahısların her türlü serveti, kabiliyetleri vesair güçleri, Allah’ın mahlûkatı lehine kullanılsın diye verilmiş emanetlerdir.

Bu mahdut sayfalar bana, İslâm ahlâkını enine boyuna uzun uzun anlatma imkânını maalesef veremiyor. Bundan dolayı aşağıda, Kur’ân-ı Kerîm’den ve sevgili Peygamberimiz’in kutlu sözlerinden çıkarılmış bazı ahlâkî hükümleri vermekten daha uygun bir hareket olamayacağını düşündüm.

“Şüphe yok ki iffetli, mü’min ve bir şeyden habersiz kadınlara iftira edenler bu dünyada da ahirette de lânetlenmişlerdir, onlar feci bir azaba uğrayacaklardır.”37

Yukarıdaki hüküm, temiz ve dürüst kadınlar hakkında olur olmaz rivayetler ve yanlış haberler yaymayı âdet edinmiş olan ve her toplulukta bol bol rastlanılan dedikoduculara şamildir. İslâm bu çeşit rezaletleri şiddetle yasaklar.

“Ey inananlar! Kendinizinkilerden başka evlere izin almadan ve içindekileri selâmlamadan girmeyiniz; bilecek olursanız bu sizin için daha iyi bir davranıştır.”38

Araplar, Peygamberimizin gelişinden önce evlere izinsiz dalarlar ve kapıları vurmazlardı. Yukarıdaki âyetle bu yabanî hareket ilga ve men edilmiş oluyordu. Âyet gelişmiş, olgun bir cemiyetin muhtaç olduğu aile emniyet ve sükûnetinin temelini atmıştır. Bu kanun, Müslümanların kadınlara karşı takip ettikleri güven ve emniyet dolu muamelenin açık bir şahididir ve bu kanun onları iftiralardan emin tutacak koruyucu bir ölçü teşkil eder.

Mahremiyete Saygı

“Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra, yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık saçık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar, Allah her şeyi bilir ve her işi hikmetle yapıcıdır.”39

Devlet meselesi şahsî konulardan önce gelmektedir.

“Allah ve Peygamberine inanan mü’minler, Peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler. Ey Muhammed! Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve Peygamberi’ne hakikaten inananlardır.”40

“Eğer mü’minlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz. Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldırganlarla savaşınız. Eğer dönerlerse adaletle aralarını yapınız; adil davranınız. Çünkü hiç şüphesiz Allah adil davrananları sever.”41

“Şüphesiz, mü’minler birbirleriyle kardeştirler/kardeştir; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltiniz; Allah’tan sakının ki merhamet olunasınız.”42

Şeref ve İtibara Saygı

“Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, ola ki onlar kendilerinden daha hayırlıdır; kendi kendilerinize dil uzatmayın ve birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmak ne kötü bir vaziyettir. Bu durumlarına tevbe etmeyenler yok mu? İşte onlar asıl zalimlerdir.

“Ey inananlar! Zanların çoğundan kendinizi alıkoyun. Çünkü zannın bazıları suç ve günah teşkil eder. Birbirinizin suçunu araştırmayın, kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte ondan tiksindiniz bile! Allah’tan sakının, şüphesiz ki Allah tevbeleri daima kabul edicidir, kullarına acıyıcıdır.

“Ey inananlar! Muhakkak biz sizi bir erkek ile bir dişiden türettik. Sizi, birbirinizi tanıyasınız diye kabile kabile kıldık. Şüphesiz ki Allah nazarında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi bilicidir ve her şeyden haberdardır.”43

Bütün bu âyetler, medenî olduğunu söyleyen cemiyetlerde bugün bile alabildiğine yayılmış birtakım kötülüklerle ilgilidir. Temas edilen hususlar, toplulukları tâ içinden çürütüp yıkacak mahiyette önemli problemlerdir. Böyle fena davranışlar genel olarak, zenginlikle ortaya çıkıyor. Çünkü lüks ve konfor içinde yaşayan insanlar, meslekî konularda veya diğer şahsî meselelerde bir üstünlük sağlamak için karşısındakinin kusurlarını aramak ve görmek itiyadını benimsemişlerdir. Bu yol ise kardeşçe duyguların ve dostça alâkaların zayıflamasına ve unutulmasına yol açarak bir nefret meydana getiriyor.

İnsanların çok geniş çapta kardeşliği, İslâm’daki gibi bir ahlâkî reforma bağlı ve muhtaçtır. Ancak böylece değişik ırklar ve renkler arasında karşılıklı daha mükemmel bir anlayış teessüs edebilir.

Kur’ân-ı Kerîm insanlara, aynı ailenin mensupları olduklarını hatırlatır ve öğretir. Kabileler, cemiyetler, millet ve ırklara ayrılmaları birbirlerini yabancı tutmalarına değil, bilakis birbirlerini daha iyi anlamalarına ve sevmelerine temel olmalıdır. Bir şahsın veya bir milletin, diğerlerine göre hakikî üstünlüğü, renk, ictimaî sınıf ve zenginliğe değil, sadece ahlâkın mükemmelliğine dayanır.

Kim enerji ve gayretini, kendini mânevî değerler yönünden yükseltme ve insanlara iyilik etme hususlarına sarf ederse o büyük ve muhterem olup neticede bu hayatın asıl gayesi olan cennete girecektir. Böyle bir insan Rabbi’ne ve O’nun yarattıklarına iyi kulluk ve iyi hizmet yaparak kendine cennetteki nimetlerin en üstünlerini sağlamıştır.

Yukarıdakiler, insanlığa vahyedilen son mukaddes kitap Kur’an’dan alınmış bazı ahlâkî kurallardır. Bunlar Hz. Muhammed’in (sas) ne kadar yüce bir zât olduğunu ve kendine inananları ne kadar yükseltmeye çalıştığını gösterir. Onun getirdiklerinin gayesi, insanlar arasında karşılıklı derin sevgi ve kutluluk havasının yerleşmesiydi. Tesisine çalıştığı cemiyet, kişilerin tabiatlarındaki hayvanî içgüdüleri terbiye etmiş oldukları, ölçülü, mantıkî davrandıkları, kendilerini asil bir şekilde yönettikleri, vazifelerini insanca ve faziletli bir ruhla yerine getirdikleri bir topluluktur. Aşağıda onun hikmet dolu eşsiz değerli sözlerini, hadislerini veriyoruz:

“İnsanoğlunun vücudunda küçücük bir parça vardır ki o iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk ve kötü ise bütün vücut kötü olur. Biliniz ki o, kalptir.”

“Kelimenin en doğru manasıyla sözünde, hareketinde ve düşünüşünde dürüst olmayan hiçbir insan iyi sayılamaz.”

“Rabbim bana şu dokuz şeyi yapmamı emretti:

“1. Zâhiren ve bâtınen O’na tam olarak tâzim ve huşû göstereceğim.

“2. Saadet ve felakette, daima edeple konuşacağım ve doğruyu söyleyeceğim.

“3. Güçlülük ve bollukta bile ölçülü hareket edeceğim.

“4. Akrabama ve diğer yakınlarıma -onlar bana iyi davranmasalar, alâkayı kesmiş olsalar bile- hoş muamele edeceğim.

“5. İstediğimde bana vermeyen, benden esirgeyen kimseye bile ben vereceğim.

“6. Beni inciteni affedeceğim.

“7. Benim sükûtum Tanrı’nın bir bilgisini kazanmak için olacak.

“8. Konuştuğumda O’nu anacağım.

“9. ... Ve Allah’ın yarattıklarına baktığımda O, onlardan bir misal ve ibret olacak.

“Bunlara ilave olarak Rabbim bana daima doğru ve iyi olanı yapmamı emir buyurdu.”

“Allah’ın bütün yaratıkları O’nun ailesidir ve kim bu yaratılanlara en iyi tarzda muamele yaparsa o Tanrı’nın en sevgili kulu olur.”

“Mü’minler, emanete riayet eden, sözlerinde hata yapmayan ve ahitlerine sadık olanlardır. Bir Müslümanın kanı, malı ve şerefi diğerlerine haramdır (yani onlara tecavüz edilemez).”

“İlim öğrenin! Çünkü o, sahibini doğruyu eğriden ayırmaya muktedir kılar. Cennetin yolunu gösterir ve aydınlatır; çölde yoldaşınız, yalnızlıkta arkadaşınızdır. Sizi saadete ulaştırır; sefalete düşürmez. Dostlar arasında ziynetiniz, düşmanlara karşı silahınız olur.”

“Kötülerle arkadaşlık etmekten yalnız oturmak evlâdır ve salih bir kimseyle buluşmak yalnız durmaktan daha iyidir. Bilgi arayana söylemek sükût etmekten, sükût etmek ise kötü sözlerden daha hayırlıdır.”

“Kendinize cefa ve eziyet etmeyin ki Allah sizi bundan dolayı cezalandırmasın. Manastır hayatı, dünyayı terk edip uzlete çekilmek İslâmiyet nazarında makbul bir hareket değildir.”

“En mühlik günahlar, Allah’a şirk koşmak, ana ve babaya isyan ve serkeşlik, hemcinsini öldürmek, kendi canına kıymak ve yalan yere yemin etmektir.”

“Yaptığın iyi bir fiilden dolayı zevk ve memnunluk duyuyor; irtikap ettiğin bir günah veya fenalıktan üzülüyorsan hakikî bir mü’minsin demektir.”

“En büyük cihad, nefse karşı yapılan mücadeledir. Her felaket ve mihnet insana ancak kendi hatalarından dolayı gelir ve Allah onların daha birçoğunu da affeder.”

“Kılınışında, vücut ve kalbin de iştirak etmediği gafilcesine bir namazı Allah kabul etmez.”


* J. W. Lovegrove (Habibullah), “İslâmiyet Nedir?”, çev. M. Es’ad Coşan, içinde; M. Es’ad Coşan İslâm, İstanbul: Server İletişim, 2015, s. 131-177.

1. Bakara, 2/112.

2. Müellif burada Hristiyanlığın batıl bir itikadına telmihte bulunuyor. Onlara göre çocuk, dünyaya aslî ve ırsî bir günah ile lekeli olarak gelir ve birtakım dinî merasimden geçirilmedikçe arınmış, affedilmiş sayılmaz. [Mütercim (19 Aralık 1966)]

3. Tin, 95/4-6.

4. Âl-i İmrân, 3/19.

5. Bakara, 2/136.

6. Hac, 22/78.

7. En’âm, 6/163.

8. Beyyine, 98/2-3.

9. En’am, 6/38.

10. Nahl, 16/63-65.

11. Mâide, 5/3.

12. Ankebût, 29/69.

13. Nahl, 16/2.

14. Fussilet, 41/30-32.

15. Arâf, 7/156.

16. Bakara, 2/255.

17. Haşr, 59/22-24.

18. Secde, 32/17.

19. Hadîd, 57/12.

20. Bakara, 2/154.

21. Kâria, 101/8-9.

22. Beled, 90/8-10.

23. Mâ’ûn, 107/5-6.

24. Bakara, 2/177.

25. Bakara, 2/183.

26. İncilin bahis konusu ifadesi, İslâm’ın hak din olduğunu ispat eden son derecede mühim delillerden biridir. Meşhur Hristiyan ilahiyat alimi ve papazı İspanyalı Anselmo Turmeda da diğer birçok mühtedi gibi bu İncil âyetiyle hakikati bulmuş, ihtiyar üstadı papaz Nikola Mertil’in ikazı ve tavsiyesi üzerine Tunus’a geçerek Müslümanlığını ilan etmiş, Hristiyanları uyarıcı ve İslâm’a davet edici bir eser de yazmıştı. Bilhassa her aydının mutlaka bilmesi ve okuması gereken bu eserin mükemmel ve itinalı bir tercümesi yurdumuzda neşredilmiştir (Anselmo Turmedo, Hristiyanlığa Reddiye, Bedir Yayınları, İstanbul 1965). İlmî tetkikleri ve tetebbuyu seven okuyuculara, üniversitelilere ve hakikati arayan Hristiyan vatandaşlarıma hararetle tavsiye ederim.

27. Nisâ, 4/1.

28. Bakara, 2/228.

29. Nahl, 16/90.

30. Bk. Yuhanna, 16.

31. Hac, 22/39-40.

32. Bakara, 2/256.

33. Magne Charta, derebeylerinin tazyikiyle 1215 yılında Kral John tarafından neşredilen bir fermandır ve İngiliz demokrasisinin temelini teşkil eder.

34. Hac, 22/39.

35. Bakara, 2/190-193.

36. The Law Quarterly Review, 1908.

37. Nur, 24/23.

38. Nur, 24/27.

39. Nur, 24/58.

40. Nur, 24/62.

41. Hucurât, 49/9.

42. Hucurât, 49/10.

43. Hucurât, 49/11-13.

Makale “İslâmiyet Nedir?” Prof. Dr. M. Es'ad Coşan (Rh.a.)