Bir kabilenin içinden çıkmış olan bir âlim, iblisin, şeytanın belini kırmakta her şeyden daha tesirlidir. Onun belini, kafasını koparan, kıran bundan daha tesirli bir şey olamaz. Demek ki âlim, şeytanın faaliyetlerini engelliyor; ilim, şeytan için fevkalâde tesirli bir karşı silah oluyor, Müslümanın bildiği ilmi bir başkasına öğretmesi sadakaların en hayırlısı oluyor, fevkalâde mühim oluyor.
Sözlerin en güzeli olan; Habîbullah, Muhammed Mustafa, serverimiz, Efendimiz, Peygamberimiz'in hadîs-i şerîflerini okuyarak zamanımızı sevaplı, ecirli, Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasına uygun geçirmek niyetiyle birkaç hadîs-i şerîfi size nakletmek istiyorum.
Mâ min sadakatin yetesaddaku bihâ raculün alâ ahîhi efdale min ilmin yuallimuhû iyyâhu.1
Mü'minler, Allah'ın rızasını kazanmak için fedakârlık yaparlar. Mâlî fedakârlık yapar, bedenî fedakârlık yapar, çalışır. Mâlî fedakârlık; zekât olur, sadaka olur. Bedenî fedakârlık; hizmet olur, icabında canını vermek olur, şehit olmak olur, gazi olmak olur.
Bu hadîs-i şerîfte Peygamber (sas) Efendimiz “sadaka” kavramını geniş anlamamız gerektiğini gösteriyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
“Adamın, kişinin Müslüman kardeşine verdiği sadakaların içinde ona öğrettiği ilimden daha kıymetli, daha faziletli sadaka olmaz.”
Demek ki ilim öğrenmek, ilim öğretmek, âlimin bildiğini kardeşine nakletmesi, öğretmesi bir çeşit sadaka, bir çeşit hayır, bir çeşit bağış oluyor. Öyle ki bundan daha faziletli, daha üstün bir bağış olamaz. En faziletli sadaka, kişinin mü'min kardeşine öğrettiği bilgi ve ilim oluyor. Onun için hepimiz ilim öğrenmeye, öğrendiğimiz ilmi de etrafımıza yaymaya, anlatmaya, öğretmeye gayretli olmalıyız.
Peygamber (sas) diğer bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
Mâ min şey'in akta'a li-zahri iblîse min âlimin yahrucu fî kabîletin.2
“Şeytanın, İblisin (aleyhillâne) belini en çok kıran, hakkından en iyi gelen, ona en çok mânî olan, bir kabilenin içinden bir âlimin çıkmasıdır.”
Bir kabilenin içinden çıkmış olan bir âlim, iblisin, şeytanın belini kırmakta her şeyden daha tesirlidir. Onun belini, kafasını koparan, kıran bundan daha tesirli bir şey olamaz.
Demek ki âlim, şeytanın faaliyetlerini engelliyor; ilim, şeytan için fevkalâde tesirli bir karşı silah oluyor, Müslümanın bildiği ilmi bir başkasına öğretmesi sadakaların en hayırlısı oluyor, fevkalâde mühim oluyor.
Bu iki hadîs-i şerîfin sonucu şudur:
İslâm'a göre ilmin yaşı olmadığı için, ilmin ille mektepte öğrenilmesi de gerekmez. Çünkü sahâbe-i kirâmın hiçbiri bir mektebe gitmediler; hiçbirinin diploması yok, bitirdiği bir fakülte, düzenli bir eğitim müessesesi yok. Ama hepsi toplumun içinde yaşarken Peygamber (sas) Efendimiz'in yanında bulunmakla, onun sohbetiyle yetiştiler.
Sohbet, “arkadaşlık” demek; Arapçada “yârenlik etmek” manasına değil. Sahibe-yashabu-suhbeten; “birisiyle arkadaş olmak, beraber olmak” demek. Sahâbe-i kirâm, Peygamber (sas) Efendimiz'in yanında bulunmak sûretiyle yetiştiler. Kimisi ziraatçı idi; hurma tarlası vardı, onu suluyordu, hurmaları topluyordu, satıyordu, ticaretini öyle sağlıyordu. Kimisinin develeri vardı, kimisinin başka işi vardı. Hepsi belli bir yaşta da değildi, “İlle şu yaştaki çocuklar okula gelecek.” gibi bir durum da yoktu. Her yaştan insan vardı; genci vardı, yaşlısı vardı. En tabiî eğitim yolu bu... Yaş sınırı yok, yaş farkı ve şartı yok; herkes öğrenebilir. Herkesin gelebildiği bir eğitim imkânı, herkesin katılabildiği bir çare... Hem de öyle bir çare ki arkadaşlıkla oluşuyor, arkadaşlıkla gelişiyor.
Dinî vazifelerini toplumun içinde, günlük hayatın akışında öğreniyorlar. Sabah beraber oluyorlar, öğlen beraber oluyorlar, ziyarete beraber gidiyorlar. Birisi vefat ettiği zaman cenazesini beraber kaldırıyorlar. Birisi hasta olduğu zaman yanına beraber gidiyorlar...
Bu arada, Peygamber (sas) Efendimiz'in yanında daha çok bulunmak için, kabilesini evini terk edip, hicret edip, Peygamber Efendimiz'in yanına gelip mescitte yatıp kalkanlar da oluyordu. Ashâb-ı Suffe dediğimiz, sayıları 70'ten 350-400-450'ye kadar çıkan insanlar...
Son derece tesirli ve son derece tabiî bir öğretim yolu... Yani arkadaşlık yaparak, beraber bulunarak, günlük hayatın içinde, günlük hayattaki faaliyetleri aksatmadan, yaşamın akışı içinde bir şeyler öğrenmek... Bu son derece tesirli bir eğitim yoludur.
Bir şahsa soruyorlar:
“Senin dinî bilgin niye yok?”
Diyor ki:
“Benim zamanımda dinî tahsil yoktu. Hocaları takip ediyorlardı, Kur'ân-ı Kerîmler kaldırılmıştı. Jandarma geliyordu. Babam beni okutamadı.”
O zaman okutamadıysa şimdi oku... Şimdi mâni kalktı, buyur... Akşam işten sonra sabah işe gidinceye kadar zamanın var. Cumartesin var, pazarın var; tatilin var, bayramın var; yaz tatilin var, yıllık iznin var... Şimdi öğren! Yaş haddi yok. “Senin çağın geçmiş, sen kartlaşmışsın, bizim mektebe kaydolamazsın!” diye bir engel yok.
Peygamber Efendimiz'in zamanında da yoktu. İşte bu, eğitimin en güzel şeklidir.
Tasavvufî eğitim de böyledir. Tasavvufî eğitim de Peygamber (sav) Efendimiz'in bu usûlünü aynen yaşatır, devam ettirir. Başka yerlerde görülmüyor. Öteki eğitimler sun'î...
“Efendim gökyüzünden kitap inseydi, insanlar kitabı okusalardı, iyi Müslüman olsalardı...”
O olmuyor. Görsel olmuyor. Tecrübeye dayalı olmuyor. Ama Allahu Teâlâ hazretleri numûne-i imtisâl olarak, “Herkes baksın, işte böyle Müslüman olunur. Allah'ın sevgili kulu olmak için şöyle hareket etmek lazım.” diye, insanlar gözüyle görsün diye, harf bilmeyen, okuma yazma bilmeyen bir kavmin içine bir peygamber göndermiş ve bu eğitim tarzı o kavmin cihan tarihinde emsâli görülmemiş bir başarıyla gelişmesine sebep olmuş. Son derece güzel...
Bu eğitim tarzını yüzyıllar boyunca, günümüze kadar ve günümüzde de devam etmek üzere aynen tasavvuf uyguluyor. Hocaefendinin etrafında her akşam, her zaman, her fırsatta, gündüz işsiz olanlar, gece işli olanlar geliyorlar, dinliyorlar, okuyorlar, öğreniyorlar. Hatta yanlış bir şey yaptıkları zaman söyleniyor; “Hayır, onu öyle yapma, bu böyle olacak.”
Mesela hatırlarım, benim babam tüccardı, sabahleyin işine giderdi. Ama sabah namazında hocasının camisine giderdi. Akşam evde yemek yenirdi, yatsıdan sonra camiye giderdi. Geç vakte kadar her akşam sohbette olurdu.
Bizim bir eksikliğimiz daha var: Sohbeti seyrek yapıyoruz. Sohbetin seyrek yapılması eğitimin az alınmasına, öğrenimin yavaş ilerlemesine yol açıyor.
Beni etkileyen olmuş bir hadise... Bir profesör arkadaşım anlattı:
Bir profesör, Almanya'dan Amerika'ya gitmiş. Amerika'yı -Alman gözüyle, profesör gözüyle- gezmiş, dönmüş. Herhalde bundan tahminen 20-25 yıl kadar önce... Çünkü bana anlatan da 5-10 yıl önce anlatmıştı. Buraya gelmiş. Arkadaşları demişler ki:
“Amerika'yı gezdin, gördün; anlat bakalım, nasıl?”
Amerika'yla da bunların biraz rekabetleri var, yarışmaları, müsabakaları var. Bizim de öyle olmamız lazım! Çünkü hayırda, hayratta, hasenâtta yarışmak bize Kur'ân-ı Kerîm'in emri. Biz de yarışacağız. Bütün milletlerle yarışacağız. Birinciliğe, birinci olmacasına koşup yarışmamız lazım!
Demişler ki:
“Amerika mı iyi, biz mi iyiyiz? Nasıl görüyorsun durumu?”
“Amerika daha iyi, daha ileri.”
“Neden? Kompütür, bilgisayar sayısı daha fazla olduğundan mı?”
Bakın çok önemli... Hemen böyle sanılır.
“Millî geliri şu kadar olduğundan mı? Fabrikası bu kadar olduğundan mı? Halkının sayısı bu kadar olduğundan mı? Kıtasının genişliği şu kadar olduğundan mı?”
“Hayır! Oradaki insanlar -dikkat edin- haftada en az üç akşam toplantı yapıyorlar, içtimâî çalışma yapıyorlar.”
“Sosyal çalışma” diyorlar ya şimdi, millet “sosyal”e alıştı... Toplumsal bir faaliyet, yani ferdî değil... Evinde kalmıyor, kendi keyfine bakmıyor, yan gelip yatmıyor; ne yapıyor? Dışarı çıkıyor, başka insanlarla toplumsal bir faaliyet yapıyor.
“Orada ortalama bir insan, haftada üç akşam toplumsal faaliyete katılıyor. Halbuki Almanya'da ortalama bir insan, haftada iki akşam toplumsal faaliyete katılıyor. O halde Amerikalılar bizden ileri!” demiş.
Bu beni çok etkiledi. Toplumları ölçmek için hiç bilmediğimiz bir yöntem... Toplumun böyle bir ölçümle ölçüleceğini ben hiç duymamıştım daha önce... Bu çok mühim bir şey... Şimdi içimizde Avustralya'dan gelmiş kardeşlerimiz var. Ben Avustralya'yı gördüm, onlara misafir oldum. Almanya'dan sonra İngiltere'yi gördüm, Amerika'yı da gördüm. Orada bir şehre girerken kocaman bir duvar var, pano var, levhaların çakıldığı bir yer var... O panoda, şehirde kaç tane toplumsal kuruluş var... Yani dernek, vakıf, dinî kuruluş vesaire, hepsini görüyorsunuz. Orada arabayı kenara çekin, durdurun. Yazarlar birliği, kanarya sevenler derneği, golf kulübü, bowling kulübü, Masonik temple, -Mason derneği demiyor, Mason mabedi, Mason ibadethanesi, diyor- Jehovah's Witnesses, Yehova şahitleri; her şey var... Adam oraya baktığı zaman, girdiği kasabada kendisiyle hemfikir olan kim var, onu görüyor. Kocaman bir sürü levha... En küçük kasabada da var, büyüklerinde de var. Çok hoşuma gitti.
Amerika'ya gittiğim zaman gördüm ki toplumun hiçbir seviyesindeki insanı boş bırakmamışlar. Beli iki kat olmuş ihtiyar bir kadın vardı; hafızası bir geliyor, bir gidiyor. İhtiyar; artık saçları bembeyaz olmuş, biraz kamburlaşmış... O, bizim gelinin yabancı dil öğrenme arkadaşı imiş. Ona bile bir görev vermişler; Amerika'ya gelen bir misafire -bedava, parayla filan değil- Amerika dilini anlatma vazifesi... Haftanın belli günlerinde toplanıyorlar. Düşündüm, çok faydaları var: İhtiyarlar dışlanmamış oluyor, tecrübesini başkalarına aktarmış oluyor. Yabancıları tanımış oluyor. Onlardan edindiği bilgileri kendi toplumuna aktarmış oluyor.
Yaşlıyı bırakmamış, genci bırakmamış, talebeyi bırakmamış, orta yaşlıyı bırakmamış. Son derece ileri toplumsal çalışmalar içinde olduklarını gördüm ve anladım ki, bizim eksiğimiz var. Ben de o zaman dergide bir yazı yazdım, dedim ki:
“Toplumsal kuruluşlar bir çeşit alettir, bir çeşit fabrikadır, bu da bir üretim yapar. Eğer toplumsal aletler çoksa, toplum o aletlerin çalışmasıyla ileri gider. Toplumsal aletler yani toplumun içindeki kuruluşlar, hayır cemiyetleri, vakıflar, dernekler yoksa toplum geride kalır. Varsa, çalışıyorsa, her biri bir güzel sonuç ortaya koyar, toplum ileri gider.”
Avustralya'da bir kasabaya girdiğiniz zaman, girişinde mutlaka çok güzel bir park vardır. Özene bezene belediyenin yaptırdığı bir park vardır. 20-30 araba seyahat ederken oraya yanaşır, girerdik. Abdest alma yerleri var, oturma yerleri var... Yemek yiyeceksek masalarında yemek yerdik. Abdest alırdık, çayırların çimenlerin üstünde ezan okurduk, namaz kılardık. Çok kolaylık, rahatlık...
Biz hepsinden ileriyiz. Amerika'dan da ileriyiz. Neden?
Biz haftanın üç akşamı değil, yedi günün yedisinde de her akşam toplanırız. İşte toplantı yerimiz, işte toplantı zamanımız. Hem de günde beş defa daha toplanırız. Bu nizamı, bu teşkilatı bir çalıştırabilsek ne büyük hayırlar olacak...
Suudi Arabistan'a gittiğimde bazı âlimlerle tanıştım. Orada da bir şey dikkatimi çekti. Ben Türkiye'de -bizim İskenderpaşa Camii’nde- haftada bir, pazar günleri vaaz veriyorum. Ama orada baktım, oranın âlimleri her akşam ders yapıyorlar. Dediler ki: “Bu, Peygamber Efendimiz'in soyundan, takvâ ehli, salih, hâlis, muhlis bir âlimdir.” Ziyaretine gittik, tanıştık. Adam evinin yanına bu caminin, mekânın on misli büyüklükte cami yapmış. Bir ucundan öbür ucu zor görülüyor. Evinin karşısında ayrıca cami var. Kendi evine bunu yapmış. Kapılar ardına kadar açık, avludan geçtik, adamın evine girdik, misafir olduk. Bize de itibar ettiler, başköşeye sıraladılar, tanıttılar. Nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu söylediler. Orada Pakistan'dan gelmiş profesör vardı, öbür tarafta İngiltere'den gelmiş bilmem kim vardı, falanca vardı, filanca vardı... Üç tane kitap okudular. Biri tefsirden, biri hadisten, biri fıkıhtan... Hatta bize de fırsat düştü, anlayamadıkları bir kelime oldu, “Siz Türksünüz; Farsça bilirsiniz, Arapça bilirsiniz...” diye bize sordular. Biz de anlattık.
Hayran kaldım; her akşam bir şey öğreniyorlar. Böyle öğrenilir, böyle birikir, böyle gider...
Diyor ki:
“Falanca güzel kitabı takip ediyoruz.”
Sayfa sayfa, sayfa sayfa... Her akşam gidince biter.
Benim babam da şeyhinin camisine her akşam mutlaka giderdi. Şu arkadaşımın babası da her akşam giderdi. Her akşam da âyetler, hadisler konuşulurdu, bilgi gelişirdi, öğrenilirdi.
Bu iki hadîs-i şerîfin sonucu nedir?
Bir kabileden çıkan bir âlim, iblisin canına okuyor, şeytanın belini kırıyor. O halde ne yapacağız? Aramızdan çoluk çocuğumuzu âlim yetiştirmeye çalışacağız.
“Ben yapamadım. Evlâdım sen yetiş. Ben senin arkandayım. Sana Mercedes alacağım, sen yeter ki oku. Seni kuş sütüyle besleyeceğim, -kuşun sütü olmaz ama...- balla kaymakla besleyeceğim...”
Böyle diyen insanlar biliyorum da ondan söylüyorum.
“Evlâdım, yeter ki sen oku, öğren. Ben öğrenemedim, bari benim yerime sen şu hevesimi yerine getir.”
Bir âlim çıktı mı, şeytan öteki adamları kandıramaz. Neden? Âyet okur, hadis okur; Allah'ın yoluna çeker, insanları Allah'ın yolunda götürür. O halde çocuklarımızı âlim yetiştirmeğe çalışacağız. Köyümüzden, kavmimizden, kasabamızdan, kabilemizden hiç olmazsa bir tanesi çıksın.
Benim Müslüman kardeşlerim Arapça bilmez. Kırk yıllık Müslümandır, altmış yıllık Müslümandır, yetmiş yıllık Müslümandır; Arapça bilmez, okuduğu âyetlerin manasını anlamaz. Allah'ın karşısına geçiyor, Allahu ekber diyor, namaza duruyor, bir şeyler konuşuyor; söylediğinden haberi yok! Ne dedin sen Rabb’ine, O ne cevap verdi?
“Bilmem... Küçükten anam babam beni mahalle mektebine gönderdiği zaman, yaz tatilinde bir şeyler öğrenmiştim, onu okuyorum.”
Olmaz öyle şey!
İyi olmaz. Oluyor, “hiç olmaz” değil, Kur'ân-ı Kerîm'i bilmeden de okursa sevap alır da güzeli olmaz. Allahu ekber dedi mi insan, Allah'ın divanına, huzuruna geçiyor.
Mısırlı, yaşlı bir hoca efendi, cemaate döndü, dedi ki:
“Saflarınızı düzgün yapın. Yönünüzü kıbleye güzel çevirin. Safların arasında boşluk varsa doldurun. Safın muntazam olması namazın tamamındandır.”
Arkasından bir laf söyledi, tüylerim diken diken oldu, gözlerim biraz da yaşardı:
“Yönünüzü Kâbe'ye döndüğünüz gibi kalbinizi de Allah'a döndürün!” dedi.
Allahu ekber... Allah'ın huzurunda duruyorsun. Sen Allah'ı görmüyorsun ama Allah seni görüyor.
Allahu ekber ne demek? Millet, Allahu ekber'i bilmiyor. Ne demek? Niye böyle kulak hizasına kadar kaldırıyoruz? Allahu ekber... Bunun kulakla filan ilgisi yok. Kulağın hizasına kalkacak, o kadar...
Ben bunu nereden anladım?
Bir kitaptan okumadım. Tahmin ama öyle olduğunu sanıyorum.
Kâbe-i Müşerrefe'de tavaf ederken Hacer-i Esved'e -yanına yanaşamıyorsak- ne yapıyoruz?
Bismillâhi Allahu ekber. Hacer-i Esved'i uzaktan istilâm ediyoruz. İstilâm ne demek? “Selamlama” demek.
Kâbe-i Müşerrefe'de tavafa başlayacağımız zaman üç defa; Bismillâhi Allahu ekber, Bismillâhi Allahu ekber, Bismillâhi Allahu ekber, deyip salavât getirerek dönmeye başlıyoruz.
İşte o selamlama...
Allah'ın divanına girdiğin zaman Allahu ekber diyorsun. İbadete öyle başlanır. İşin başlangıcı o, çok mühim! Sonra rükûya gidiyorsun. Peygamber Efendimiz bildiriyor:
“Bir insan namaza durduğu zaman, Allahu ekber dedi mi, göğün kapıları açılır. İki tarafa melekler, hûrî kızları dizilir. İnsan Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna girer.”
Bunu idrak etmemiz lazım. “Secdeye kapandığı zaman Rahmân'ın ayağına kapanmış gibi olur.”
Bunlar biraz müteşabih sözler ama hadîs-i şerîfte söylenmiş olduğu için söylüyoruz. Teşbih manası anlaşılmayacak.
Hadîs-i şerîfte; “Hacer-i Esved'i öpen, el süren insan Allah'la sözleşmiş olur.”3 diyor.
Bunlar mühim şeyler!
Rahmân'ın önünde secde ediyorsun; müthiş bir şey, muazzam bir şey, zevkine doyulmayacak bir şey! Ama bu zevkleri tatmak lazım. Bu kelimeleri bilmek lazım. Söylenen lafları anlamak lazım. Arapça bileceksin, hadîs bileceksin, Kur'ân-ı Kerîm'i bileceksin, manasını bileceksin, dinini bileceksin. Hangisi haram hangisi helal, hangisi doğru hangisi yanlış, bileceksin.
“Arapça bilmiyoruz hocam...”
Tamam. Fenerbahçe takımı futbolu iyi öğretmek için Brezilya'dan antrenör getiriyor mu? Getiriyor. Sen de dünyanın öteki ucundan, seni Allah'ın iyi kulu yapmaya eğitecek antrenör getir, hoca getir, bilen insan getir. Her akşam gel, şuraya kara tahtayı koyun, Arapçayı öğrenin! Bir-iki âyet öğrenin! Sahâbe-i kirâm Kur'ân'ı nasıl öğrenmişler? Kur'ân-ı Kerîm birden öğrenilmez; kocaman kitap...
“Hadi arkadaşlar, Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenelim!”
“Hadi” dediğin zaman üç sene geçer. Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını öğrenmek kolay değil... Ama nasıl öğrenmişler? Her gün bir aşır öğrenmişler. Aşır ne demek? “Aşağı yukarı on âyet” demek. Kur'ân-ı Kerîm'de mana bütünlüğü olan bir âyet grubuna “aşr” denir. Bu ayn harfiyle gösterilir. Âyetin sonunda bir tek ayn varsa, bu aşrın sonu demektir.
“Hoca efendi, bir aşr-ı şerîf okur musunuz?” Eğer Kur’ân’dan manayı takip ederek, anlam bütünlüğü olan bir grup âyet okumak istiyorsan ayndan ayna kadar okuyacaksın.
Eve gidince Kur'ân-ı Kerîmlerinize bakın. Her âyetin sonunda âyet numarası olan bir gül olur. Orada ayn varsa, işte orası okunacak kısmın, bölümün sonudur yani “nokta” demektir, paragrafın sonu demektir. “Paragraf” değil, “aşr” diyorlar.
Aşır aşır Kur'ân'ı öğrenirlermiş.
“Aşır öğrenilir Hocam, şu kadar bir şey...”
Bu kadar da olsa, iki karış da olsa, insan bir günde bunu öğrenir; zor değil ki... Neler okuyoruz; millet ne romanları bitiriyor... Biz de yaptık. Mektepte edebiyat hocaları zorladı:
“Şu romanın özetini çıkart!”
Allah müstehakını versin! Ne yapayım ben onu?
Rus yazarı filanca, Fransız edebiyatçısı falanca, İngiliz edebiyatçısı Şekspir, bilmem ne... Neleri öğrettiler bize... Dinimiz hariç! Din hariç her şeyi öğrettiler! Yunanlılar'ın masallarını bile öğrettiler. “Zeus diye bir herif varmış, Olimpos dağının tepesine oturmuş, oradan etrafa yıldırım yağdırırmış...” Bunu nereden bildim ben? Öğrettiler.
“Venüs diye bir putları varmış, Baküs diye bir başka putları varmış. Birisi şarap tanrısıymış, putuymuş, ötekisi aşk tanrısıymış, berikisi meşk tanrısıymış...”
Bunlardan bana ne? Yunanlı'nın safsatasından, şirkinden, küfründen bana ne!
Bana imanı göstersene, imanı öğretsene! Mevlânâ ne güzel söylüyor:
Çün bi hâni hikmet-i Yunâniyân,
Hikmet-i imâniyân râ hem-bidân
“Yunanlılar'ı öğreniyorsun, imanlıları da öğren!” diyor.
İmanı bilmek yok. İmanı öğrenmek yasak.
“İmam-Hatip okulları kapatılmalı, Kur'ân kursları kilitlenmeli!” Neden?
“Müslümanlık öğrenilmesin!”
Yunan mitolojisini öğrensek olur mu?
“Olur, öğrenebildiğin kadar öğren!”
Truva'yı bilmem kim kuşatmış, bilmem hangi herifi bilmem hangi herif kovalamış... Homeros'un destanı varmış da o onu gırtlaklamış da bilmem ne de...
Bana ne bunlardan? Bunların benim dünyama, âhiretime faydası ne? Niye bana bunları okuttunuz? Niye bana Fransızlar'ın dinsiz filozoflarını okuttunuz? Ben şimdi onların yanlış düşündüğünü biliyorum ama ömrüm bitti. Profesör oldum, emekli oldum, şimdi ben biliyorum. Herkes bunları bilmez ki; onları matah sanıyor, adam sanıyor. Adamların hepsi geri kafalı adamlar, bir şeyden haberleri yok. Dünyayı bile doğru düzgün bilmiyorlar, ahireti hiç bilmiyorlar. Bunlardan bir hayır gelmez!
Ne olacak?
Eğitimin yaşı yok... Ama bak, İslâm bir nizam koymuş. Her gün, günde beş defa toplanıyoruz, her akşam toplanıyoruz. Müslüman ihlâslı Müslümansa, her akşam geliyor namaza, her sabah geliyor.
Aşır aşır Kur'ân-ı Kerîm'i öğreneceğiz. Yani paragraf paragraf... Paragraf Yunanca, kullanmak istemiyorum. Graf, “yazı” demek. Bunun adı Kur'ân-ı Kerîm'de aşır.
Aşır aşır öğrenirlermiş. O zaman öğrenilir. Bir sayfa öğrenirim, ne olacak; peynir ekmek yer gibi gider, meyve suyu içmek gibi gider. Kolay... Hem çoluk çocuğuma, hanımıma da öğretirim.
“Gel hanım, ben senden şimdi hiçbir şey istemiyorum; aş da istemiyorum, iş de istemiyorum. Otur şuraya, geç karşıma, çocukları da topla... Gündüz ne iş yapacaksan yap, ben ona karışmam. Ben geldiğim zaman [oturacağız, Kur'ân'ı öğreneceğiz] derim, bu iş olur.”
Bölüm bölüm Kur'ân'ı öğreneceğiz. Sayfa sayfa Resûlullah'ın nasihatlerini öğreneceğiz. Bildiğimizi hanımımıza öğreteceğiz, çocuğumuza öğreteceğiz.
Şeytan kim?
Şeytan hepimizi baştan çıkartan bir mahluk; hepimizi raydan çıkartan, treni deviren bir mahluk. Hepimizin âhiretini mahvetmek istiyor, cehenneme düşürmeye çalışıyor; şaşırtmaya, aldatmaya, günah işletmeye çalışıyor. İşte şeytanın belini âlim kırıyor. Onun için çocuklarımızı âlim yetiştirmeye çalışacağız, kendimiz ilim öğrenmeye çalışacağız.
Allahu Teâlâ hazretleri sizi dünyanın âhiretin hayırlarına erdirsin. Hem bu cihanda hem öbür âlemde aziz ve bahtiyar eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
*Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın (rh.a) 24.03.1997 tarihli, Almanya, Osnabrück Şehrinde yaptığı konuşmasından derlenmiştir.
1. El-Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, tahkik: Safvet es-Sekkâ, Beyrut, 1985, c. 10, s. 171.
2.Ed-Deylemî, el-Firdevs Bi Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut, 1986, c. 4, s. 48.
3.El-Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. 12, hadis no. 34744.