Hakiki âlim, bir kere ilk önce, iman edecek. İnsaf ehli olacak, Allahu Teâlâ Hazretlerini bilmek, asıl hüner o. Asıl büyük hüner o. Bir insan, Allahu Teâlâ Hazretlerini bildi, ehli insaf oldu mu, iman ehli, insaf ehli, vicdan ehli bir kimse oldu mu, ondan sonra öğrendiği her bilgi, bir değer kazanıyor. O zaman âlim olan insanın değerine, paha biçilmez. İman ehli olduktan sonra, Allah’a boyun büktükten sonra, Allah’a muti olduktan sonra, Kur’ân’ı kabul ettikten sonra, Resûlullah’a tabi olduktan sonra, tamam. O âlimin değerine paha biçilmez. Ötekisi şahsen çalışıyor, abid şahsen çalışıyor, kendisinin manevî mertebesini yükseltici işler yapıyor. Berikisi ilme, ilme meşgul olduğu için hem meçhulleri çözüyor, hem de öğrendiğini başkasına naklediyor.
Yazının diğer dillerdeki çevirileri
فضل العالم على العابد كفضلي على أدناكم ثم قال رسول الله صلى الله عليه وسلم إن الله وملائكته وأهل السماوات والأرضين حتى النملة في جحرها وحتى الحوت ليصلون على معلم الناس الخير.
“Fadlu’l-âlimi ale’l-âbidi ke-fadli alâ ednâkum”2 âlimin, yani bilgin, bilgi sahibi, malumat sahibi kişinin, abid, yani ibadet ehli olan kimse üzerine üstünlüğü, fazileti, benim, sizden en aşağısı üzerine olan üstünlüğüm gibidir. Söyleyen kim? Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz. Yani âlimin, abid üzerine üstünlüğü, Peygamber Efendimizin ashabının en aşağı mertebede olanına üstünlüğü ne kadarsa? Nerde Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz? Nerede ashabının derece itibariyle en geride kalanı, en aşağısı? O ikisi arasındaki fark ne kadar yüksek ise, ne kadar büyük ise, ne kadar derin ise, âlim ile abid arasındaki farkta, o kadar yüksektir, o kadar derindir, o kadar uzaktır. Âlim, abid üzerine o kadar üstündür.
Bu Hadis-i Şerif bize ömrümüzde ışık tutmalı, rehber olmalı!
Hakiki âlim, bir kere ilk önce, iman edecek. İnsaf ehli olacak, Allahu Teâlâ Hazretlerini bilmek, asıl hüner o. Asıl büyük hüner o. Bir insan, Allahu Teâlâ Hazretlerini bildi, ehli insaf oldu mu, iman ehli, insaf ehli, vicdan ehli bir kimse oldu mu, ondan sonra öğrendiği her bilgi, bir değer kazanıyor. O zaman âlim olan insanın değerine, paha biçilmez. İman ehli olduktan sonra, Allah’a boyun büktükten sonra, Allah’a muti olduktan sonra, Kur’ân’ı kabul ettikten sonra, Resûlullah’a tabi olduktan sonra, tamam. O âlimin değerine paha biçilmez. Ötekisi şahsen çalışıyor, abid şahsen çalışıyor, kendisinin manevî mertebesini yükseltici işler yapıyor. Berikisi ilme, ilme meşgul olduğu için hem meçhulleri çözüyor, hem de öğrendiğini başkasına naklediyor.
‘Arthur Krober’ diye, böyle milletlerin, medeniyetlerin gelişmesini inceleyen büyük bir âlim var. Diyor ki, “Avrupa’da ilmin ilerlemesi, medeniyetin gelişmesi, tek bir milletin üzerinde olmamıştır. Nöbeti devralmışlardır. Yorulan ötekisine devretmiştir, müşterek mesai sonunda olmuştur.” Tarihlerini veriyor, şu tarihten, şu tarihe kadar, Fransa parlamıştır. O tarihten, öteki tarihe kadar, İngiltere parlamıştır. Şuradan şuraya kadar, Almanya parlamıştır. Hepsi birbirleriyle birleştiği için ve Hıristiyanlık gibi bir müşterek güç onları bir araya getirdiği için, müşterek bir medeniyeti ortaya koyabilmişlerdir. İlim işi yani öyle kolay olacak iş değil! Bunların hepsi oturup iyice böyle enstitüler kurup, çalışarak, elde edilecek neticeler. Öyle tek tük insanların derme çatma bilgileriyle halledilecek şey değil.
Almanya ne zaman kurtulmuştur? Fransa ne zaman kurtulmuştur? Nasıl yükselmiştir? İlimler akademisini kurduğu zaman, kurtulmuş. Almanya bir ilimler akademisi kurmuş. Büyük tahsisatlar ayırmış, ilmi araştırmaya, büyük tahsisatlar ayırmış. Ondan sonra iş gelişmeye başlamış. İngiltere öyle Fransa öyle… İlimsiz hiçbir şey yapmak mümkün değil. İbadet bile, ilimden koptuğunuz zaman, yanılmalar başlar, ibadette bile şaşırmaya başlarsınız. Onun için dinde, dünyada, ahiret de efendim, her şey ilimle halledilir.
Onun için âlimin kadri, abidin kadrinden üstün. Birisi, kendine çalışıyor. Birisi, bütün insanlığa faydalı olacak faaliyet sahasında çalışıyor. Ondan sonra, bu fazileti belirtmek için Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki; “İnnallahe” muhakkak ki Allahu Teâlâ Hazretleri “ve melâiketehu” ve onun bütün melekleri “ve ehle’s-semâvâti ve’l-ardîne” semaların ve yerlerin bütün ahalisi… Kim onlar bilmiyoruz ki? Melekler var meleklerden başka bildiğimiz, bilmediğimiz, bir sürü varlıklar var. Kâinatın biz ne kadarına sahibiz, ne kadarını biliyoruz, bilemiyoruz. Bütün melekler, bütün sema ve yer ahalisi, insanların gayrisi olan çeşitli Allah’ın yaratıkları “hatte’n-nemlete fi cuhrihâ” deliğindeki karıncalar, “hatte’l-hûte” denizdeki balıklar bile, “leyusallûne alâ muallimin nase’l-khayr” insanlara hayrı öğreten kimseye, istiğfar eder, dua eder, salât-u selam eder.
Melekleri yer ve gök ehli olan bütün iyi varlıklar, yerdeki karıncalar, sudaki balıklar bile, âlim için, âlimin burada bir açıklaması da oluyor bakın dikkat edilirse, “leyusallûne alâ muallimin-nase’l-hayr” insanlara hayrı öğreten kimseye, salât-u selam eder, istiğfar eder, hayır dua eder, hayır temenni eder, diyor. Demek ki mühim olan, insanları hayra sevk etmek! İnsanlara hayrı öğretmek, insanlara hayır ulaştırmak!
Başka bir hadîs-i şerîfi hatırlatıyor bu söz bize, bu ifade. Peygamber aleyhisselatu vesselam Efendimizin yine hadîs-i şerîfidir. İnsanların en üstünü kimdir? En hayırlısı kimdir? 3خير الناس من ينفع الناس “Khayru’n-nas men yenfau’n-nas” insanların en hayırlısı, insanlara faydası en çok dokunandır. Kendisi için yaşayan değil, abid kendisi için yaşıyor, kendisi için ibadet ediyor, kendisi için zikrediyor, kendisi için tespih çekiyor, zamanını öyle değerlendiriyor. Derece alır, almaz değil, çünkü onu sahabeye benzetmiş Peygamber Efendimiz, dikkat edilirse. Benim ashabımdan en aşağı derecede olan… Kâfire benzetmiyor, müşrike benzetmiyor, gene sahabeye benzetiyor. Yani gene ibadet ehli kimse de, sahabe gibidir. Ama âlim, insanlara hayır öğreten kimse, peygamber gibidir. Onun için insanlara hayrı öğreteceğiz, hakkı öğreteceğiz, doğruyu öğreteceğiz, insanlara hayrı götürmeye çalışacağız. Asıl, asıl ilmin değeri de, oradan çıkıyor ortaya. Âlimin değeri, başkasına hayır ulaştırmasından… İnsan kendi başına kaldığı zaman, bu olmuyor. Başkasına hayrı öğrettiği zaman oluyor.
O halde bundan bize ne ders çıkar? Elimizden geldiği kadar, ilme yöneleceğiz. Kütüphanelerimize aldığımız o güzel yaldızlı efendim, pırıltı kaplı kitapları okuyacağız. İyi kitabı soracağız. Kaliteli kitabı, kütüphanemize alacağız. Hocalara soracağız, hangi kitabı alayım, hangisini okuyayım diye? Aldığımız kitaba da, vakit ayırıp okuyacağız. Öğrendiğimizi de, başkasına öğreteceğiz. Çünkü insanlara hayrı öğreten, âlim vasfına sahip oluyor. Ben kime öğretebilirim? Sen kendi çoluk çocuğuna öğretebilirsin. Sen köyündeki, kentindeki, yakınındaki komşularına, akrabana öğretebilirsin. Onun için, sen de bu vasfa dâhil olabilirsin.
فضل العلم أحب إلي من فضل العبادة و خير دينكم الورع.4
“Fadlu’l-âlimi ahabbu ileyye min fadlı’l-ibadeti ve hayrı dinikumu’l-vera’” ikinci hadîs-i şerîfe geçtik, bu kadar izahatla iktifa edip. Peygamber Efendimiz bu ikindi hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
“İlmin üstünlüğü, fazileti, bana ibadetin faziletinden daha sevimli gelir” diyor. Şimdi bu ifadelerdeki inceliklerden, birkaç söz söylememiz gerekiyor. Hem “fazl-u ilim” diyor, hem “fazl-ul ibadet” diyor. Demek ki, her ikisinin de fazileti var. İlmin de fazileti var, ibadetin de fazileti var. Fakat ilim bana daha sevimlidir, diyor Peygamber Efendimiz. İlmin fazileti, ibadetin faziletinden bana daha sevimlidir. Yani ben onu elde etmeye, daha çok gayret ederim, demiş oluyor. Burada da bir yanlışlık, yanlış anlamanın kapısı kapatılmış oluyor. Yani ilme gayret edelim, ibadet etmeyelim gibi, bir yanlış düşünceye mahal yok! O da önemli, o da önemli! Fakat mühim olan efendim, ilmin ötekisinden mertebe bakımından daha üstün olması.
فضل العالم على العابد سبعون درجة بين كل درجتين حضر الفرس السريع المضمر مائة عام وذلك أن الشيطان يضع البدعة للناس فيبصرها العالم فينهى عنها والعابد مقبل على عبادته لا يتوجه لها ولا يعرفها.5
Bakın burada da meseleyi biraz daha açıklayıcı bir ifade kullanmış Peygamber Efendimiz. Âlimin abid üzerine üstünlüğü, yetmiş derecedir. Ama nasıl derece bu? Her derecenin arası, o kadar yüksek, o kadar fazladır ki, besiye çekilmiş, bir küheylan atın, yüz sene hiç durmadan, böyle o suretle, böyle koşmasıyla alacağı mesafe kadardır. Her bir derece arası. Bunun gibi yetmiş derece fark vardır, âlim ile abid arasında.
“Ve zâlike” bunun sebebini izah edici bir cümle olarak söylüyor Peygamber Efendimiz. Bu nedendir? “İnne’ş-şeytâne yedau’l-bidate li’n-nas” Şeytan, insanların arasına bid’atı sokar. “Feyebsurehe’l-âlimi” ama âlim o bid’atı görür. Ha bu yeni çıkan hadise, bu yeni çıkan adet, bu yeni çıkan usul, dinimizin aslında değil. Şeytan bunu ortaya attı, bu bir bid’at, yanlış bir yol. Bunu âlim görür. “Fe-yenhâ anhâ” ondan insanları meneder. “Yapmayın! Bu dinin aslından değildir, günahtır, dini tahriftir, Allah’ın sevmediği bir şeydir” diye, âlim onu meneder. “Ve’l-âbidu” ama abid “mukbilun alâ ibâdetihî” ibadetine yönelmiştir, köşesine çekilmiştir, ibadet etmekle meşguldür. “Lâ yeteveccehû lehâ” o bid’ata, o bid’ata yönelmez. Ondan haberi olmaz, o tarafa dönmez. “Ve-lâ ya’rifuhâ” onun bid’at olduğunu bile bilmez. İşte burada, benim ilk önceki hadîs-i şerîfte verdiğim izahatı teyit edici malumat geldi.
Demek ki, insanın âlim olarak üstünlüğü, başkalarına dini doğru öğretmesinde, onu yanlış yollara, onları yanlış yola sapmaktan önlemesindeymiş. Dini doğru öğretmesindeymiş. Bir bid’at çıktığı zaman, ikaz etmesindeymiş. İnsanları irşat etmesindeymiş.
Bazı kimseler sanırlar ki, pek çok mesele öğrenirse, insan yerine kurulur, herkese fiyaka satar, ben şunu da biliyorum, bunu da biliyorum, sen ne biliyorsun ki, gibilerden. Başkasına söz söylettirmez. Bu değil ilimden maksat. Bak, insanları şerden döndürmek, insanlara hayrı ulaştırmak, ilimden maksat bu. O halde, bir insan ciltlerle kitap öğrense, okusa, çok geniş malumatlı olsa, bu bilgisini başkasına öğretmedikten sonra, bid’atlarla savaşmadıktan sonra, insanların yanlış gittikleri zaman, yollarının önüne çıkıp da “bu gittiğiniz yol yanlıştır, sizi bu yol Allah’ın rızasına götürmez, yanlış hareket ediyorsunuz” diye cesaretle meseleyi söylemedikten sonra, insanlara hayrı öğretmedikten sonra, o zaman âlimliğin kıymeti olmuyor. O zaman kıymeti yok. Kıymeti, başka insanları hak yola irşat ettiği ölçüde oluyor. Buradan da anlaşılıyor ki, âlimden maksat mürşittir. Âlimden maksat, mürşittir. Yani, insanı hakka hidayet eden, doğru dine, hak yola, hidayeti için elinden tutan, doğru yolu gösteren kimsedir. Yoksa ciltlerle kitabı okuyup da, başkalarına fiyaka satan, koca kavuk saran, büyük cübbe giyen, eski devir usulüyle veyahut şimdi de işte efendim, isminin başına bir sürü unvanlar ekleyen insan değildir. Hayrı dokunuyor mu başkasına? Koca profesör olmuş, bir asistan yetiştirmemiş. Olur mu? Mezara mı götüreceksin o bilgileri? Talebeye faydası yok. Olmaz! Başkasına öğrettiği zaman kıymeti oluyor. Neyi öğrettiği zaman, bid’atı zikrettiğine göre, dini öğrettiği zaman. Buradan da anlaşılıyor ki âlimden murat, insanlara hakkın yolunu gösteren kimsedir. “Lalettayin” bilgileri iyi bilen kimse demek değildir.
* Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan’ın (rh.a) 1982 yılında yaptığı bir konuşmasından derlenmiştir.
2 Tirmîzî, Hadis No: 2685
3 Kenzü’l-Ummâl, c. 16, sh.128, no: 44154
4 el-Müstedrek, sh. 92
5 Deylemî, Hadis No: 4345